KÜRŞAT BUMİN
Şu tespiti tereddüt etmeden yapabiliriz: ‘Mülkiyet hakkı’ ve ‘borçlar kanunu’ da aralarında olmak üzere medeni bir ülkenin olmazsa olmazları arasında yer alan ‘haberdar olabilme hakkı’nı da tanımayan bir KHK’nin ömrünün çok uzun olamayacağını biraz tarih bilen (hangi ‘tarih’i tercih ediyorsa etsin fark etmez) herkes bilir.
‘Haberdar olabilme hakkı’: ‘Basın özgürlüğü’ dediğimiz şey aslında budur; bu özgürlük insanların malum sınırlar içinde canının istediğini yazabilmesinden ibaret değildir. Bu özgürlüğün önemi asıl olarak okurların/ izleyenlerin olup bitenlerin bilgisine ulaşabilme hakkından kaynaklanır. Dolayısıyla bu alandaki şiarımız tabii ki ‘Haberin hür olarak dolaşımının sağlanması şarttır’ olmalıdır…
Eğer siz toplumu -benzer dönemlerde de şahit olduğumuz gibi- hızla irtifa kaybederek iktidar dalkavukluğuna dönüşmüş düzeysiz bir ‘medya’ dünyasına mahkûm etmenin hayırlı sonuçları olacağını düşünüyorsanız, ya tarihten hepten bihaber olarak çok ‘safsınız’ ya da ‘kötülük’de ısrarcı bir tabiata sahipsiniz demektir.
Medeni dünya –tabii ki- haberin hür biçimde dolaştığı ve insanların bu dünyada karşılaştıkları haberler-bilgiler yoluyla türlü çeşit kanaat ve dünya görüşü sahibi oldukları bir dünyadır. Bu dünyada herkes tabii ki olup bitene aynı açıdan bakmaz; ama bu farklı anlayışlara sahip olabilmeleri için serbest ‘haber’le karşılaşmaları zaruridir. Medeni dünyanın vazgeçilmezlerinden olan ‘kamuoyu’nun oluşabilmesinin ilk şartı budur. Ama böyle bir derdiniz yoksa, o başka tabii…
KHK ile yayınlarına son verilen televizyon kanalları arasında yer alan İMC’de neredeyse kuruluşundan itibaren düzenli olarak program yaptım. (Ayşegül Doğan benim gibileri ‘daimi yorumcu’ olarak takdim ederdi!) İMC, önceden konuşma fırsatı bulduğum bazı kanallardan her bakımdan çok farklı bir kanaldı. İMC’deki gazeteciliği betimleyecek kavramların başında ‘konvivialite’nin (convivialite) yer aldığını söylemek yerindedir.
Bir zamanlar İvan İllich’in yayınları vasıtasıyla hakkında çokça söz edilmiş olan latince kökenli bu kavramı hiyerarşik bir yapılanmadan uzak olarak hep birlikte haz alarak çalışmak/yaşamak olarak anlayabiliriz. . Tıpkı farklı bir gazeteciliği hiyerarşik bir iş bölümünü dışlayarak, hep birlikte heyecanla ve hazla gerçekleştiren İMC yayın anlayışı gibi mesela.
İMC, konuşmacı konukların sırasıyla resepsiyon ve turnikeden geçip bir görevli tarafından asansörde eşlik edilerek kata çıkarıldıktan sonra bir başka görevliye teslim edilerek konuk odasına buyur edilip “Ne içersiniz?” sorusuyla karşılaştıkları ‘soğuk’ bir yer değildi. Çay servisi, servisi yapan Kadim Bey ile selamlaşıp hatır sorulması için bir vesileydi sanki…
Her sabah kurulan ‘haber masası’nın etrafında toplanan gazeteciler genel yayın yönetmeninin otoritesi altında sakıncasız haberlerini sıralayan adsız kişiler değil, masada oluşan konvivialite ortamında çalıştıkları konuları tartışan habercilerdi. Sırasında gülerek/şakalaşarak, sırasında haberin taşıdığı ağırlığı dakikalarca hep birlikte taşıyarak ve tartışarak…
İzleyenler tanıktır: ‘Merkez-, Havuz, TRT’ gibi. markalı ‘medya’da karşılaşmanız imkansız olan haber ve yorum havuzu bu şekilde İMC’nin ekranına ve internet sitesine taşınıyordu. Gazete ve televizyon izleyicilerine düşen görev belliydi: Belki önce malûm medyayı gözden geçirmek, sonrasında da “Bakalım başka neler olmuş?” diyerek İMC’ye yönelmek…
İMC’yi kapatma kararının izleyicileri nelerden, hangi türden haberlerden yoksun bıraktığını uzun uzun anlatacak değilim. Bu çerçevede sadece kanalın son saatlerinde yaptığı bir yayını örnek göstereceğim:
TBMM’nin haddinden fazla uzun süren (‘karne tatili’ gibi yani!) bir tatilden sonra (nihayet!) gerçekleşen açılışına ilişkin yayından söz edeceğim. Ülkenin bütün televizyon kanallarından canlı yayınlanan bu açılış töreni bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı’nın (bana göre büyük ölçüde ‘Yenikapı Nutku’nun tekrarı niteliğinde) konuşmasıyla başladı. TBMM genel kurulu daha sonra malum tezkerenin uzatılmasını görüşmeye başladı. Gruplar adına söz alan hatipler konuya ilişkin görüşlerini açıklamaya başladılar.
Ben bu konuşmaları (Türksat’tan neden çıkarıldığına ilişkin bugüne değin hiçbir açıklama yapılmayan) İMC’nin internet yayınından izliyordum.. Kürsüde HDP adına Ayhan Bilgen konuşuyordu. ‘Tezkere’nin beraberinde getireceği sakıncalarına ilişkin partisinin görüşlerini aktardı. Bu arada sözü Cumhurbaşkanı’nın açılış konuşmasına getirerek haklı olarak konuşmanın Suudi Arabistan’a arka çıkan bölümünü de eleştirdi.
(Bilmem katılır mısınız ama bu eleştiri tabii ki çok yerindeydi. Hatırladığınız gibi Cumhurbaşkanı,konuşmasının bu faslında “ABD Kongresi’nin Suudi Arabistan’a 11 Eylül saldırıları sebebiyle dava açılmasına izin veren yasayı onaylaması talihsizliktir” diyordu. Bilgen de tahmin ettiğiniz gibi konuşmanın bu faslını haksız ve yersiz bulmuştu.
Gerçekten de, Cumhurbaşkanı’nın bu konuyu TBMM açılış konuşmasının içine yerleştirmesinin nasıl bir amacı olabilirdi ki? TBMM, ABD Kongresi’nden çıkan bir yasa hakkında ne yapabilirdi ki? Üstelik bir ‘demokratik cumhuriyet’in Millet Meclisi’nde İslami kılığa girmiş bir despotik yönetimine arka çıkmak makul bir davranış mıydı? TBMM Suudi Arabistan hakkında olsa olsa bu despotizmin Yemen’de yüzlerce kişinin ölümüne neden olan hava saldırısını kınayabilirdi. Haksız mıyım?)
Ayhan Bilgen’den sonra CHP Grubu adına Öztürk Yılmaz söz aldı. Yılmaz da (eski Musul Başkonsolosu olduğunu hatırlayalım) iktidarın Fırat kalkanı ve Musul hülyasına ilişkin dış politikasını bilgi ve fikir içerikli konuşmasıyla bir güzel açıkladı.
Bu konuşmaları dinlerken gidip gelen internet yayınının azizliğinden kurtulmak için televizyon karşısına geçmek istedim ve başladım ekranları dolaşmaya. Hayret ki ne hayret! Merkez / Havuz / TRT hiçbir kanal söz konusu konuşmaları yayınlamıyordu. Ne mi yapıyorlardı? Ne olacak, tahmin ettiğiniz gibi Cumhurbaşkanı’nın ‘apaçık’ olan konuşmasını ‘tahlil etmekle’ meşguldüler!
Bu manzara karşısında “İşte” dedim kendi kendime, “İMC’siz bir Türkiye’de başımıza gelebilecek ‘haber sansürü’nün âlâsından bir örneği!
Zavallı memleket! Yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşayan memleket sonunda ‘habersiz’ de kaldı.
Olsun, “Bu da geçer!” diyelim….