M. MURAT KUBİLAY
mmkubilay@gmail.com
Türkiye 2016’da imzacısı olduğu Paris Sözleşmesi’ni nihayetinde yasalaştırdı. Her ne kadar bu kararın ardından TBMM’de nükleer atıklara ilişkin sakıncalı maddeler kanunlaşsa ve an itibarıyla Çin tarafından fonlanan ve ithal kömürle çalışacak dev bir termik santral Adana’da inşa edilse de bu kararı AKP iktidarında gecikmeli ama olumlu bir gelişme olarak yazabiliriz.
Türkiye’de muhalif medya kuruluşları yerinde bir şekilde kararın zamanlamasını 31 Ekim 2021 tarihli iklim değişikliği zirvesine, nedenini ise makul ama fazla basit bir şekilde 3 milyar dolar tutarındaki yeşil dönüşüm amaçlı krediye bağladılar. Doğrudur, mevzu bahis ülkeye döviz girişiyse, AKP iktidarı her tavizi verir veya ilerlemeyi onaylar ama bu tercihin ötesi de var.
Küresel ısınmayla mücadele; gelişmiş ülkelerin ya da daha açık bir şekilde ifadeyle Batı kapitalizminin, finansal üstünlüğünü ön plana taşıyan ve ticaretteki zayıflığını örtbas eden bir araç haline getiriliyor. Tabii Türkiye’de neoliberal bakış açısına hapsolmuş medya ve iklim aktivistleri bu konudan bihaberler veya bilinçli göz ardı etmekteler.
Öncelikle bir konuyu netleştirelim; küresel ısınma bir gerçek ve emperyal savaşlarla servet adaletsizliklerinde olduğu gibi insanlığın hatta tüm yeryüzünün en büyük sorunu. Yani kapitalizmin devamı veya Batı kapitalizminin üstünlüğü için böyle hayali bir düşman yaratılmadı; gelecek nesiller ve bu gezegeni paylaştığımız tüm türler tehlike altında.
Fakat küresel ısınmaya en çok neden olanlar bu sorundan öncelikli sorumlu tutulmuyor, fatura adaletsiz sonuçlarına rağmen tüm dünyaya dağıtılıyor. Öncelikle sanayi devrimini ilk gerçekleştiren ülke Britanya’nın aynı zamanda küresel ısınmayı da tetikleyen ilk ülke olduğunu vurgulayalım. Tabii tüm zamanların en çok kirleten ülkesinin ABD olduğunu da not düşelim. İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kalkınma hamlesi gerçekleştiren Çin’in günümüzde en çok zarar veren ülke olduğunu belirtelim. Bir dönem kapitalizmin dışındaki SSCB’nin çarlık ve federasyon dönemleriyle birlikte iklim değişikliğinde epey etkili olduğunu ekleyelim. 1945 sonrasında hızla ayağa kalkan Almanya ve Japonya’nın da olağan suçlular olduğunu söylemeli. Kanada ve Avustralya gibi dünya siyaseti ve ekonomisinde gittikçe ön plana çıkan, çevre hassasiyeti yüksek ülkelerin sorumluluğu da göz ardı edilebilir değil.
Tüm bu ülkeler -Rusya hariç- günümüzde yüksek gelire sahipler. Sanayileşme süreçlerinde çevreye özen göstermeyerek sermaye birikimlerini oluşturdular. Günümüzdeyse bunun yaratmış olduğu yükü diğer ülkelerle eşit paylaşmak istiyorlar. Halbuki bu yükü üstlenmesi beklenen ülkeler, Türkiye de dahil, vatandaşlarına temel düzeyde refahı hala sağlayamıyorlar; ötesi tarihsel olarak yüksek düzeyde kişi başına düşen karbon salınımına sahip değiller.
Şu ana kadar olan kısım sürecin adaletsizliği üzerindeydi; şimdi süreçten nemalanmaya çalışma yöntemlerine değinelim. Küresel ısınmayla mücadelede imalat sanayi ve enerji üretiminde kapsamlı yenilenme şart. Türkiye’nin de içinde yer aldığı birçok ülke bunu gerçekleştirmek için finansmana ihtiyaç duyacak, tabii uzun vadeli ve makul maliyetli kredi bulmanın yolu ya New York ve Londra gibi küresel finans merkezlerinden ya da Washington ile Brüksel gibi siyasi güç merkezlerinden geçiyor. Kendi para biriminde borçlanamayan ülkeler; dış finansmana ulaşmak için bu ülkelerle uyumlu dış politika ve finansmanı sağlayan sermayenin talep ettiği reformları yapmak zorunda kalıyor. Yani, her zaman olduğu gibi, parayı veren düdüğü çalacak, fakat bunu çevre gibi uluslar ve hatta nesiller üstü bir bahaneye bağlıyorlar.
Dahası var, yeni dönemde üretime dair çeşitli çevre standartları uygulanacak. Kulağa oldukça güzel geliyor, fakat bu standartlara yakın olan ülkelerin hâlihazırda gelişmiş olanlar olduğu hesaba katıldığında, bunun küresel ticarete ilişkin yeni bir strateji olduğunu anlamak zor olmuyor. 1947 sonrasında küresel ticarette serbestleşme süreci hâkim. Bu durum ilk dönemlerde, teknolojik gelişime ve sermaye birikimine bağlı olarak gelişmiş ülkeleri, ardından iş gücü maliyetleri düşük gelişmekte olan ülkeleri olumlu etkiledi. Türkiye ise her iki dönemden de yeterince faydalanamadı ve Güney Kore gibi gelişmekte olan ülke statüsünden gelişmiş ülkeler sınıfına atlayamadı. Bu nedenle üretiminde orta ve düşük teknoloji ürünü imalat önemli bir yer tutuyor. Türkiye, yeşil dönüşümü gerçekleştiremezse, bu standardı tutturan ülkelere mal satma zorluğu yaşanacak. Yani çevre standartları bir nevi yeni nesil gümrük engeli işlevi görecek. Gelişmiş ülkelerin sanayileşme döneminde uygulanmayan standartlar, onların ardından gelen ülkelere uygulandığında küresel adaletsizlikler pekişecek.
Pek tabii böyle bir durumun tepki çekmemesi için, tarihsel adaletsizlikleri göz ardı edecek ve yeşil dönüşümün yol açacağı dengesizlikleri ihmal edecek, ancak dünya çapında ses getirecek araçlara ihtiyaç var, tıpkı Davos’ta öne itilen Greta Thunberg gibi. Sevgili Greta hiç şüphesiz gezegenimizin geleceğinden endişeli olmakta haklı, ancak bundan kimleri sorumlu tutacağında hatalı. Zamanlama tesadüf değil, çünkü Çin’in yükselişi ve gelişmiş ülkelerdeki dar gelirli sınıfın yoksullaşması gibi neoliberal küreselleşme gelişmiş ülkeler adına olumsuz sonuçlar yarattı. Bunun neticesinde tepki olarak ticaret savaşlarına yol açabilecek Donald Trump gibi kişiler dünya siyasetinde yer almaya başladı. Hâlbuki yeşil dönüşüm sürecinin finansmanı ve bu esnada uygulanacak görünmez engeller şeklindeki ticari uygulamalar; Batı kapitalizminin üstünlüğünün sürdürülmesinde daha az dikkat çeken ve bu ülkeler içinde ayrışmaya yol açmayan yöntemler. Buna bir de Türkiye’deki gibi, esas amaçlananı anlamayan aktivistlerle dolu bir dünyada yaşadığımız eklendiğinde, hikâyenin sonucunu öngörmek zor olmaz.
Bu nedenle son söz olarak küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, tüm gezegenin birlikte ama buna en çok neden olanların asıl sorumluluk alacakları şekilde çözüm aranması gerektiğini söyleyelim. Chico Mendes’e ait olan bir sözle; “Sınıf savaşını göz ardı eden çevrecilik yalnızca bahçeciliktir” diyerek yazımızı tamamlayalım.