
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Bu sefer de tecrübeli bir gazeteci mektup gönderip Kemal Can’ın yazılarına bakmamı önerdi:
“Yazıları bir labirent gibi, metafor fırtınası da işin içinde. Ne demek istediğini kendisinin de bildiğini zannetmiyorum. Edeceği her lafın mutlaka dolambaçlı olması gerektiğine kendini inandırmış. Sadece eğlenmek için okunuyor dolayısıyla. :)))”
Benim eğlence anlayışıma pek uymuyor, belki öğretici olur diye bir bakayım dedim, tabii Cemal Süreya’nın katıldığım şu sözü de aklıma gelmedi değil:
“Kötü yazıya katlanamıyorum, çok kötü olursa iş değişir.”
Arkadaşımın mektuptaki laflarını yadırgamadım, gazetecilikle ilgili olduğu için Birikim‘de okuduğum iki yıl önceki bir yazısı geldi aklıma Kemal Can’ın. Son yazılarından birine bakmakla yetindim.
Kemal Can’ın en azından benim baktığım iki yazısı, George Orwell’in “Politika ve İngiliz Dili“ makalesinde kötü örnek olarak sıralayıp analiz ettiği beş süzme paragraf arasına girebilir. Orwell, alıntıladığı bu beş örneğin herbirinin kendine has hatalar barındırdığını, ama çirkinlikleri bir yana bırakılırsa iki ortak özelliğe sahip olduklarını söyler: “imgelemdeki bayatlık” ve “kesinlikten yoksunluk”. Ya anlatacağı bir şey vardır da yazar bunu ifade edemiyordur ya yanlışlıkla başka bir şey söylüyordur ya da kelimelerinin bir anlama gelip gelmediği meselesine aldırmıyordur. “Bu belirsizlik ve katıksız yetersizlik karışımı, modern İngiliz nesrinin ve özellikle her tür politik yazının en belirgin niteliğidir” der Orwell. “… somut, soyutun içinde erir gider…”
Kemal Can’ın “Değiştirmeye nereden başlamalı?“ başlıklı yazısına bakıyoruz. Gayet somut, net bir soru; gelgelelim yazıda bu somutluktan da, netlikten de eser yok.
Yazı, CHP içindeki değişim tartışmalarını ele alıyor; bunu demiyor da biz okur olarak çıkarsıyoruz, gündemde ya zaten bu tartışmalar… Bir kere bile CHP adı geçmiyor, aktörler aktörler deyip duruyor Kemal Can ama bu aktörlerden birinin bile adı geçmiyor. “Ana muhalefet” bile denmiyor hiç, birkaç yerde “muhalefet” diyor, oysa muhalefet iki bloktu, ana muhalefet partisi CHP’nin içinde bulunduğu blok da altı parçadan oluşuyordu, hatta sonra bir parça daha eklenmişti… Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar‘ındaki başkahraman Coşkun Ermiş’in tanımına benziyor: “İçinden anlama tiyatrosu deniyor buna. Artık oyunlardan diyalog kaldırıldı.” Yazarımız da bir yazıyı yerli yerine oturtacak, somutlayacak basit açıklamalara gerek duymuyor, onlarla mı yorulacak, içinden anlama yazısı bu, okur bu basit şeyleri anlayacak ki, yazarımız da yüksek analizlerini şöyle rahat rahat dile getirebilsin.
Yazı çeşitli genellemelerle gidiyor, zaten kendi içinde tekrar, hatta yumurta-tavuk sarmalı sayılabilecek bir genellemeyle başlıyor. Bu genellemelere uygun olarak birçok cümlenin öznesi yok. Somut ve gerçek özneleri adlı adınca anıp açık ve net anlatmak yerine mesela şöyle klişe benzetmelere başvuruyor Kemal Can: “Kendini değiştirmek yerine saçını başını yenilemek, hayatı yenilemek yerine evi değiştirmek…” Bu yapının ve üslubun teorik bir izlenim uyandırdığı sanılıyor galiba, umarım teori olduğu sanılmıyordur.
Şöyle cümlelerle, kelime kullanımlarıyla neyin teorisi, neyin analizi yapılabilir ki:
“‘Değiştirmek’, ‘değişim’ talebinden daha dar, buna karşılık çok daha somut. Gerçekleşmesi daha zahmetsiz, kontrolü yüksek, bir çırpıda söylenmesi çok kolay. Mesela ekonomi tercihlerini hatta politikasında değişim yerine, bakanı değiştirmek çok daha kolay.”
İlk cümleden sezinliyoruz ki, Kemal Can “değiştirmek”e ayrı, “değişim”e ayrı anlam veriyor; sanki “değişim”e daha kapsamlı bir anlam, bir dönüşüm, mevcut halden çıkıp başka bir hale girme anlamı yüklüyor. E onu da sen anla, diyemezsiniz, çünkü mesela “görev değişimi”, “bayrak değişimi” gibi basit değiştirme işleri için de kullanıyoruz aynı kelimeyi. Yazar neden okurun kafasında bir netlik yaratmak istemiyor acaba, bu kelimelere ne yüklediğini peşin peşin niçin söylemiyor? Oysa, Melih Cevdet’in dediği gibi, “Sezmek yetmez okuyana, anlamak ister okuyucu”.
Üçüncü cümledeki bozukluk, yazarın düşünce tembelliğini, okura net bir şey söyleme konusundaki isteksizliğini, kelime seçmedeki gevşekliğini, yaptımolduculuğunu gösteriyor. Cümleyi önümüze koyalım:
“Mesela ekonomi tercihlerini hatta politikasında değişim yerine, bakanı değiştirmek çok daha kolay.”
Kemal Can cümleye, sanki, şöyle demek için başlamış:
“Mesela ekonomi tercihlerini değiştirmek yerine, bakanı değiştirmek çok daha kolay.”
Ama tam “ekonomi tercihlerini” yazmışken ve “değiştirmek”i de yazacakken, aklına “değiştirmek”le “değişim” arasında kafasında yaptığı ayrım gelmiş, “değişim”e daha kapsamlı, derin ve tabii daha zor bir anlam yüklediğini hatırlamış ve “değiştirmek” fiilini kullanmanın daha doğru, iyi, güzel olacağı bir yerde “değişim”i kullanması gerektiğine karar verip “ekonomi politikasında değişim” diye devam etmiş, “ekonomi tercihlerini” “ekonomi tercihlerinde” yapmayı unuttuğu için de cümle bozuk olmuş.
Metafor fırtınası
Bana Kemal Can yazılarını okumamı öneren gazeteci arkadaşım “metafor fırtınası” demişti, hatırlayın. Gerçekten de Kemal Can’ın baktığım iki yazısı metaforlardan, benzetmelerden geçilmiyor. Metaforlar, benzetmeler, teşbihler konuyu daha iyi anlamamızı sağlıyorsa yararlıdır, yerindedir, yoksa safradır, kullanılmamalıdır, atılmalıdır.
Şu parçaya bir bakalım:
“Kolay kopyalanan -ve öyle olsun diye genellemelerle bezeli fazla basit- kanaatler yüzünden; çok kişinin dahil olması, aynı doğrultuda değişik sesin çıkmasına yol açmıyor. Tam aksine daha fazla sayıda insanın, birbirine çok benzeyen, yankılı sesler çıkarmasına neden oluyor. Büyüyen bir kalabalığın ortak bir seste buluşmasının iyi bir şey olduğu düşünülebilir ama aynı tondan başlamayan ve orkestrasyonu olmayan korolar, ahenk yaratmıyor, etkili olmaktan çok tedirgin edici bir uğultuya dönüşebiliyor.”
Meseleyi berraklaştırmak yerine bulandırıyor metaforlar: aynı doğrultuda değişik ses, birbirine çok benzeyen yankılı sesler, büyüyen kalabalığın ortak sesi, aynı tondan başlamayan ve orkestrasyonu olmayan korolar, uğultu. Ben anlamıyorum. Aynı doğrultuda değişik ses galiba iyi bir şey; olan biten bu iyiliğe imkan vermiyor. Birbirine benzeyen sesler kötü, herkesin aynı sesi çıkarması, ortak bir seste buluşmak — iyi bir şey olduğu düşünülebilirse de– aslında kötü, ama belki de kötü olan bu değildir de aynı tondan başlamayan korolardır… Kaybolduk.
Aslında alıntının ilk cümlesinden başımıza geleceği anlamalıydık; birden çok diken var. Cümleleri basit, kolay anlaşılır değil de alengirli kurmak (Orwell de affedilmez buluyor, aklı başında herkes de öyle bulur), kabul edilemez. “Kolay kopyalanabilsin diye genellemelerle bezeli fazla basit kanaatler…” demek daha kolay, daha anlaşılır değil mi? O alengirli hal bundan başka bir şey demiyor ki, daha derin bir anlam taşımıyor ki, üstelik daha da güzel değil ki, daha kısa değil ki. Araya uzun bir tire sokup okuru tökezletiyor bir de.
İkinci diken şu: “… kanaatler yüzünden” denmez bu durumda, “sayesinde” denir.
Üçüncü diken: “yüzünden”den sonraki noktalıvirgülün ne işi var orada, cümleyi anlamamızı neredeyse imkansız hale getirecek.
Dördüncü diken de “çok kişinin dahil olması”. Neye dahil olması? Yukarıda “giderek genişleyen bir kesim”den bahsetmişti, belki odur, ama araya üç cümle, daha da önemlisi bambaşka bir tema soktutkan sonra ve “kesim”den hiç bahsetmeden “çok kimsenin dahil olması” gibi bir ibareyi ortalığa bırakamazsın.
Kemal Can için bir anlamı varsa bile bizim neye yoracağımızı bilemediğimiz anlamsız cümleler de çok. Bir örnek:
“Bir şeyleri değiştirmeden ‘değişim’ beklemek ya da başka bir sonuç ummanın doğru olmadığı, çok sık tekrarlanan bir motto. Fakat içerik ve derinlik sorunu baki.”
İlk cümle bozuk, “beklemenin” olmalı, “fakat”la ona bağlanan cümle ne demek istiyor belli değil, yazının tamamına bakınca da belli değil. Örülmemiş, birbirine bağlanmamış cümlelerle yazı yazılamaz.
Bir bozukluk örneği daha verelim:
“Seçimde değiştirilmek istenen değişmedi. Peki bu değişmezlik, neler değişmediği için oldu?” Yazarımız sağlam bir yazı yazmak yerine anlam yüklediği kelimelerle oynamayı seçtiği için bir türlü net sonuçlar çıkaramıyoruz. İlk cümle herhalde AKP-MHP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın gönderilemeyişini anlatıyor. İkinci cümlede aynı oyunlar uğruna Türkçeyi çarçur etmiş Kemal Can: “değişmezlik oldu” denmez, değişmezlik olmaz.
Hadi bir de yazının son cümlesine bakalım:
“‘İlk seçimde gidecekler’ uğruna bekletilen siyasetin verimsizliği, başarısızlıkla ilgili yüzleşmenin değiştirmekten ibaret bir değişim sınırına itilmesiyle tekrarlanıyor.”
“‘İlk seçimde gidecekler’ uğruna” denmez, “‘ilk seçimde gidecekler’ diye” denir, biir; ikincisi o “ilgili” orada gayet ilgisizdir, fazlalıktır.
Gösterişçi anlamsızlıklar
Peki, “inanışlarının işleyişi açısından” ne demektir, nasıl işler inanışlar?
Ya “farklı ölçeklerden bakılınca” ne demektir, ölçekten bakılır mı? Ölçekle bakılır, açıdan bakılır, pencereden bakılır, zaten Kemal Can da sonra buralardan bakıyor.
“Muhtemel galibiyetlerin öncesindeki bekleme salonu” da ilginç bir yer olmalı, adresi çok ilginç en azından: muhtemel galibiyetlere gelmeden az önce.
“Haleti ruhiye tortusu” da bende hiç iyi bir tat bırakmadı, nasıl bir şey olduğunu da anlamış değilim. “Halet-i ruhiye” ruh durumu demek, onu biliyorum. Siz belki anlayıp yazarsınız bana.
Fazlalık örnekleri de verelim (altı çizililer benim):
“konuşulan kişi veya kavrama yüklenen anlam veya misyonun fazla yüklü hale gelmesi” (İki yükün birinden kurtulmak gerekirdi.)
“değiştirme arzusu bir kararlılık ve kendisi bir eylem haline geldiğinde”
” çeşitli açılardan değerlendirmeye tabi tutulabilir değerlendirilebilir“
“yaşanan yenilgilerin”
“sorumluluklarını kabul etmekten uzak duranların, sorunu çözecek adımları atması pek beklenir gelişmeler değil beklenmez“
“Ancak ‘değişim’ açısından bakılınca, muhalefetin verdiği ama kesinlikle karşılayamadığı en önemli vaat, bu iktidarı değiştirmekti.”
İlk cümledeki “kesinlikle” ne demek orada, ne gereği var, oylar sayılmış, gayet somut bir ölçü, AKP-MHP iktidarı yine kazanmış, yazarımızın bizi ikna etmek için ya da vurgu için “kesinlikle” falan demesine gerek mi var? Abes.
Size Kemal Can’ın Birikim‘deki “Çökme, Çözülme” Zamanlarında Gazetecilik yazısından da örnekler verecektim ama bizim yazı çok uzadı. Kemal Can’ınki, bir tweet çiftine sığabilecek bir fikri anlatmak için dökülen bir kamyon laf, Orwell’in tanımıyla “gösterişçi deyiş”lerle bezeli, Hilmi Ziya Ülken’in tanımıyla “kelime gürültüsü”nden geçilmeyen bir yazı. Peki bu yazıyı bir editör okumadı mı? Hadi okudu, peki çok sevdi, bari Türkçe yanlışlarını düzeltseydi ya, onları da mı çok sevdi?
Biz Melih Cevdet Anday’a sözü bırakıp çekilelim:
“Düşünmeden yazıyoruz diyorum, alıştığımız söz kalıpları bizi sürüklüyor, o kalıpları birbiri ardına sıralarken bir de düşüncemizi anlattığımız sanısına kapılıyoruz. Oysa, biri bizi durdursa, sorsa sorduğu sözü düşünmeden yazdığımızı anlayacağız. Üzerinde biraz dursak anlamını sökemeyeceğimiz bir sözle şunu bunu anlattığımıza nasıl da inanıyoruz şaşılır. Bundan daha şaşılacak olanı da, o biçim yazıları anlayanların bulunması. Doğrusu onlar da anlamıyorlar, anladıklarını sanıyorlar.” (Açık Pencere, s. 137)
Çekileyim dedim ama bir dakka, bana Kemal Can’ın yazılarını okumamı söyleyen arkadaş bir de Karl Popper’in bir sözünü göndermişti, elçiye zeval olmaz, buyrun:
“Aydınların çok özel bir sorumluluğu var. Araştırma yapacak imkan ve ayrıcalığa sahipler. Karşılığında insanlara (ya da ‘topluma’) borçlu oldukları şeyse araştırma sonuçlarını ellerinden geldiğince basit, açık ve mütevazı bir şekilde sunmak. Aydınların yapabileceği en kötü şey –büyük günah– kendilerini diğer insanlar karşısında yüce peygamberler gibi konumlandırıp çetrefil felsefelerle onları etkilemeye çalışmaktır. Basit ve sarih konuşmayı beceremeyenler becerene kadar sessiz kalmalı.”
DİLE GELENLER
Bir katkı, bir soru
Yazarlar çoğu zaman neyi nasıl yaptıklarının farkında olmadan kıullanıyorlar zaman kiplerini. İyi yazarlar, bu ritmi içlerinde duyup öyle yazıya geçiriyorlar. Bunun farkına varılması ise sizin gibi dilciler sayesinde mümkün olabiliyor. [Ben dilci değil, gazeteciyim. MAD]
Evet, zaman konusu çok ilginç. Mesela Coetzee bütün romanlarında ”yor” demiş. (Yazmaya devam ettiğine göre belki de ”yor” kipini kullanmam gerekir.)
Harika bir konuya dikkat çekmişsiniz.
”Gurbete ilk gidişimdi. Otogara vardığımda baktım ki otobüs son yolcusunu almış kalkıyor. Durun durun diye bağırarak otobüsün ardından koşmaya başladım. Kimbilir bir sonraki ne zaman kalkacak. Kim otogarda saatlece beklemek ister ki! Ama şoför durmadı, kaçırmış oldum. Yapacak bir şey yok. Çaresiz bir banka oturdum; bir yandan elimdeki tesbihi sallıyorum bir yandan da yahu sonunda ölüm yok ya, kısmet böyleymiş diye söyleniyorum.”
Böyle denemeler yapmak benim de çok hoşuma gidiyor.
Verdiğiniz örnekler harika. Ama onlar kadar ustaca yazamayalarda değişik zaman kipleri çok sırıtıyor. Acemi gibi görünüyor.
Bu arada size bir şey danışmak istiyorum. Ki’lerin, mi’lerin kullanımında bazen karışıklık oluyor. Dahi anlamındakiler kolay ama mesela şu örnek için ne dersiniz? Dağlarca’nın Rotterdam’da saz çalarken bir kağıt çekip benim için yazdığı bir dörtiük:
”Saz çaldın mı
Sağ elin geçmiştedir
Sol elin
Gelecekte”
İlk dizedeki mi ”çaldığın zaman” anlamına geldiğine göre ayrı mı bitişik mi yazılmalı sizce?
Zülfü Livaneli