ECE KARAAĞAÇ
ece.karaagac89@gmail.com
@ecekaraagac_
Gazeteci Selin Uygar’ın maceralarını anlatan ‘Gazetecinin Ölümü’ ve ‘Kara Muska’ romanlarıyla tanıdığımız Elçin Poyrazlar, yeni romanı ‘Mantolu Kadın’da son yıllarda iyice ayyuka çıkmaya başlayan kadına şiddeti ele alıyor.
Şarkıcı Sıla’nın oyuncu Ahmet Kural’dan şiddet gördüğü iddiasının gündemde olduğu bir dönemde çıkan bu kitap, üçüncü sayfalarda görmeye alışık olduğumuz, evin içine hapsolmuş şiddeti tanıklıklarını ele alıyor.
Poyrazlar ile yeni romanı, şiddetin farklı görünümleri ve polisiyenin karanlık suları üzerine sohbet ettik.

Fotoğraflar: Khalid Eid
Önce en başa gidip romanın çıkış noktasından başlamak istiyorum. Kadın cinayetleri Türkiye’nin, ne yazık ki, önemli gündem maddelerinden biri. Çok sık rastlanan ve bir o kadar da görmezden gelinen bir durum. Siz bu hikayenin ilk tohumunu nasıl attınız?
Ben eskiden beri üçüncü sayfa haberlerini okurum. Bence üçüncü sayfa haberleri Türkiye’nin gerçek toplumsal aynasıdır. O vahşete, genellikle erkeklerin kadınlara uyguladığı vahşete hep şaşırmışımdır. Biraz ondan etkilendim. Bir de çocuk gelinler bir yana, on sekizini yeni doldurmuş genç kızların hemen evlendirilmesinden de çok etkileniyordum.
On sekiz yaşında bir kız daha ergendir aslında. Herkesin kafasının karışık olduğu yaşlar. On sekiz de çok erken. Daha hayata atılmamış, kendi kişiliğini bulamamış, kendi ayakları üzerinde duramamış genç bir kadın üzerinden yazmak istedim bu romanı. Diğer yandan da ‘domestik noir’ denen bu tür ilgimi çekti. Kadına karşı şiddet, ev içi şiddet, evlilik içi şiddet gibi konulardan yola çıkarak polisiye bir kurgu kurdum.
Kitabın girişi oldukça ilginç, hikaye maktulün ağzından anlatılmaya başlıyor. Cinayet romanlarında kimin öldüğü ve onu kimin öldürdüğü başlıca merak konulardır genellikle. Burada kimin öldüğünü bilerek başlıyoruz. Bir ölünün, artık hayatta olmadığını bildiğimiz bir kadının ağzından anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Aslında ben ilk defa birinci tekil şahıs üzerinden yazıyorum. Hem çok kolay hem de zor bir şeymiş, çünkü karakterin içine girmek gerek. Bu kadını birinci tekilde, o ölürken anlatmak çok daha çarpıcı olacaktı. Uzaktan bakan bir anlatıcı olsaydı belki de bu kadının hayatına, çalkantılarına, travmalarına giremeyebilirdik. Böyle çok daha sek oldu. Birinci tekil şahıs bende daha büyük bir heyecan yarattı. Bir de okurla bütünleşmesi açısından önemliydi. Bence pek çok okur o kadına sempati duyacaktır. Çıkış arayan bir kadın o.
Öte yandan bir maktulün kendi cinayetini çözmesi ne mümkün ne de gerçekçi tabii. O yüzden bir de polis soruşturması ekledim ve bu kısımda polise de şefkatli davrandım.
‘Her şey çok erkek, ben bunu görmek istemiyorum’
Başkomiser Aydın Andız feminist bir karakter aslında, kadınları seven, kibar bir adam. Erkek karakterlerin bıçkınlığından, vurdulu kırdılı hallerinden biraz sıkıldım aslına bakarsanız. Dizilere bakın; her yerde erkeklerin silahlarından, erilliklerinden ve arabalarından filan bahsediliyor. Her şey çok erkek. Ben bunu görmek istemiyorum. Böyle bir dünya yok, Türkiye de böyle bir yer değil. Türkiye’de muhteşem kadınlar, muhteşem hikayeler var. Öte yandan çok vahşi hikayeler de var. Biraz da toplumun anlatılmayan taraflarından anlatalım dedim. Bu kitaptaki genç kadınınki bir trajedi elbette ama bu trajedi üzerinden bir mağdur güzellemesi de yapmak istemedim. Zaten sonunda bir çözüm de çıkıyor ortaya.
Bu bıçkın erkek modeli üzerinden gidersek, hikaye de pek çok farklı yönden yüceltilen erkek karakterler var ki bunlar da genç kızlar için ‘ikbal’ olarak, kızın hayatını kurtaracak bir vesile olarak görülen kişiler. Siz eğitimli, kendi hayatını kurmuş bir kadın olarak bu bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kadının bunu tercih etmesi ya da bu tercihe ikna edilmesi konusundaki fikrinizi merak ediyorum.
Ben bu konuda çok özgürlükçü biriyim. Eğer bir kadın gerçekten evlenmek istiyorsa, bu onun seçimiyse tabii ki evlensin. Bu son dönemdeki feminizm tartışmalarının da bir parçası. Evde kalıp çocuk bakmak da bir seçimdir. Çalışma hayatına atılmak, hiç evlenmemek ya da hiç çocuk yapmamak da bir seçimdir. Ama kadının mutlak seçim hakkı olmalı. Bunlar dışarıdan dayatıldığında sorun oluyor zaten.
Benim konu edindiğim genç kızın hayatındaki sorun da o. Hiçbir şey bilmeyen, okumak isteyen, başka yerlere gelmek isteyen bir genç kızın kafasına giriliyor. O da saflıktan, tecrübesizlikten kapılıyor buna. Aslında bir kurumdan çıkıp başka bir kuruma giriyor. Çıkış noktasını kendisi bulmuyor. Aileden gelen “Evlen, iyi bir kısmet” baskısı… Bu iyi kısmet olayı kadını çok sınırlayan bir şey.
Bence Türkiye’de pek çok kadın potansiyeline ulaşmış değil. Pek çok zeki kadın var ki evin içinde tıpkı bir kaplan gibi geziyor. O zekayı, o potansiyeli gerçekleştirememiş oluyorlar. Çocuk sahibi olmak harika bir şey, ama biz kadını buna mı indirgiyoruz yani? Evde kal, çocuğuna bak, kocana destek ol. Ya da çalış ama belli sınırlarla çalış, evdeki görevlerini aksatma. Ve bu her düzeyde telkin edilen bir görüş. İyi eğitimli aileler de bunu öne sürüyor. Eminim ki Türkiye’de pek çok eğitimli kadın bunu yapmamaya, bir denge kurmaya çalışıyor ama eğitimli olmayan, bu tür ortamlarda yetişen pek çok kadın var.
Biz azınlık olduğumuzu unutuyoruz aslında. ‘Yırtmış kadınlar’ diyelim biz buna. Gidemeyen, o baskı altında yaşayan ve sorunu dışarıda görmeyip kendinde arayan kadınlar da var. Kadınların çoğu bunalımda. Kendi kişiliğini var etme gibi bir dertleri var, kariyerleri yok. Annelik çok zor bir iş elbette ama bir kariyer değil. Benim de iki çocuğum var ve dünyanın en zor işi kesinlikle. Ama eğer kadın bunu kendisi seçmemişse kendini bunun üzerinden tanımlamamalı.
Romanınızda her yerde rastlanabilecek, sıradan denebilecek erkek karakterlerin yanında çok sıra dışı kadın karakterler de var. Kadın karakterlerinizi yaratırken nasıl bir duygudan, nasıl bir fikirden hareket ettiniz?
Ben Türkiye’de çıkış arayan kadınların sayısının çok olduğunu düşünüyorum. Ben bunu bir ‘kadın’ romanı olarak düşünmedim, derdim hep polisiyeydi. Bir sonraki romanda çok erkek bir ortamda, bambaşka karakterlere ve vakalara da değinebilirim. Bir polisiye yazarı olarak içinden geçtiğimiz döneme bakıyorum. Yurtdışında ‘#metoo’ hareketi var örneğin. Tabii özünde tacizle alakalı ama psikolojik şiddet tarafı da var.
Yeni bir dalga geliyor bence, şu anki bir geçiş dönemi. “Sesimiz duyulmaya başladı” hissi var. Ben de sesini çıkaran, kavgacı karakterleri seviyorum. Biliyorum, erkeklerin hoşuna gitmiyor ama onların hoşuna gitmek zorunda da değiliz zaten. Bu romandakiler de biraz öyle, “Yeter artık” diyebilen karakterler. Ama bunları daha romanı yazmaya başlamadan düşünüp kararlaştırdım dersem de yalan olur. Roman yazmak öyle bir süreç değil benim için. Bazen oturunca kafanın çok arkasından, bilinçaltının çok derinlerinde bir yerlerden bir şeyler çıkıveriyor ve o karakterlerin ağzından konuşmaya başlıyorlar. Biraz benden, biraz senden, biraz Türkiye’den, biraz isyan ettiren dertlerden bu karakterler çıktı.
Hazır sürece değinmişken sorayım, sizin yazma süreciniz nasıl şekilleniyor?
Ben önce bir fikirden yola çıkıyorum. Bu fikir bir soru olabilir, bir twit olabilir, okuduğum bir haber olabilir. Sonra o fikir kafamda deli gibi çalışıyor. Not defterlerim var, sürekli notlar alıyorum. Bu dönem boyunca romanın gelişimi devam ediyor. Altı ila sekiz ay arasında sürüyor kafamda pişmesi. Sonra hafiften huzursuz olmaya başlıyorum. Yazma huzursuzluğu.
Yazma sürecim ise daha kısa sürüyor, üç-dört ay boyunca yoğun biçimde yazıyorum. Böylece ortaya bir taslak çıkıyor, ardından bir revizyon süreci başlıyor. Taslaklar sürekli yenileniyor; bazen üç dört kez düzeltmeler yapıyorum. Kendi düzeltmelerim bitince bazı okur arkadaşlarım var, onlara okutuyorum. Onlardan gelen yorumlar üzerine birkaç revizyon daha yapıyorum.
Zaten yazmanın en önemli unsuru da revize etmek. Bu aşamada kalemin arkasıyla çalışıyorsun, yani silerek. Zaman zaman da bazı eklemeler yaparak, mantık hatalarını gidererek. Sonrasında da yayınevi ve editör sürece dahil oluyor. Çok kişinin emeği geçiyor yani. Bir de ben romanın sonunu bilerek yazıyorum, çünkü romanı tersten kuruyorum. Sonunu mutlaka bilmem gerek.
Fakat, her ne kadar önümüzde Agatha Christie gibi bir örnek olsa da, polisiye sık sık kadın yazarlarla anılan bir alan değil henüz, daha çok erkek yazarların tekelinde gibi. Siz polisiye yazan bir kadın olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’den bahsediyoruz tabii, yurtdışında en çok satan yazarların arasında çokça kadın var. Kadın-erkek ayrımı yapmamak, edebiyat evrenseldir gibi argümanlar üretmek gerekirmiş gibi geliyor insana ama ben şu dönemde kadına pozitif ayrımcılık uygulanması gerektiğini düşünenlerdenim.
Ama dediğim gibi, yurtdışında polisiye alanında böyle bir durum yok. Kadınlar bu türde çok aktif ve çok iyi yazıyorlar. Okur profili de genel olarak kadın. Bizim bir birliğimiz var, Türkiye Polisiye Yazarları Birliği. Kendi adıma söyleyebilirim ki her oluşumumuzda mutlaka eşitlikçi kotalarla hareket ediyoruz.
Örneğin bir çalışma grubunda üç erkek üye varsa üç de kadın üye oluyor. Ama sokağa çıkıp insanlara okuduğu kadın polisiyecileri sorsan çoğu sayamaz belki. Ama bu da doğal, erkekler daha görünür, çünkü daha önce başladılar. Dedektiflik, polislik filan da daha erkek egemen görülen alanlar. Ama bunların hepsi çatır çatır değişecek. Bence bundan sonra Türkiye’de kadın polisiyeciler de, kadın karakterler de çoğalacak. Benim çabam da o yönde. Ana karakterlerimin kadın olmasına da çok önem veriyorum. İlk iki romanımda da öyleydi. Kadınların bir vahşet objesi olarak görülmesine karşıyım. Kadın kaderini de eline alır, cinayet de işler, cinayet planı da kurar, cinayet romanı da yazar.