MURAT SEVİNÇ
Önce, okuyacağınız yazının konusuyla ilgisi olmayan, ancak bu kez sona bırakmaktansa başa taşımayı tercih ettiğim kısa bir notla başlamak istiyorum. Eğer internette okuduklarım beni yanıltmıyorsa, üniversite tercihlerinde Boğaziçi Hukuk (devlet üniversiteleri içinde) Galatasaray’dan sonra en yüksek puanla öğrenci alan ikinci fakülte olmuş. Hangi hukuk fakültesi, üniversite öğretim üyelerinin kesin olarak karşı çıktığı, onlara rağmen talimatla açılan ve Boğaziçi hocaları (bildiğim kadarıyla tümü) keskin bir fikir değişikliği yaşamazsa muhtemel iktidar değişikliği ardından kapanma olasılığı çok yüksek olan hukuk fakültesi. Aynı soruyu yineliyorum: Böyle bir parti, hangi ortak niteliklere sahip bir toplumu yirmi yıl yönetebilir?
Yazı konusuna geçebilirim…
Doğal olarak bir ideolojiye sahip ve o ideoloji doğrultusunda yazan bir yazarla, aslında büyük ölçüde ‘kendiyle meşgulken’ bir ideoloji doğrultusunda yazarmış gibi görünen yazar arasındaki farkın, okuyan bakımından önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. İlkinin savunduğuna katılır katılmazsınız, destekler ya da mücadele dersiniz, olağandır. İkincisi bilinçli (belki de bazen bilinçsiz) özensizliğiyle, yalan yanlış değerlendirmeyle okuru yönlendiriyor ve öncelikli derdi okuyanın ona inanması, onu sevmesi, hayranlık beslemesi. Buradaki ‘özensizlik’ ile anlatmak istediğim, örneğin çalakalem yazmaktan kaynaklanan atlamalar, eksiklik ya da hoş görülebilecek insanî hatalar değil, daha derinlerde ve yazıya, konuya, okura yönelen, ortalama toplumsal değerlere, inanışlara, ezberlere yaslandığı ölçüde ses getiren, çıkardığı gürültünün vereceği olası zararı umursamayan bir tutum.
Sözcüklerin şehvetine ve yaygın kabul görmüş ideolojinin, değerlerin, kavramların şöhret ve itibarı kolaylaştırıcı büyüsüne kapılmak, saygıdeğer bir tutum olmasa da okur sayısını artırabilir. Bir zaman yazmış herkes, hangi üslupta yazdığında ve konuştuğunda nasıl bir etki yaratacağını az çok tahmin eder. Tehlikeli ve nahoş olan, okura ve konuya dönük sorumluluğun yerini, yazanın kendini gösterme ve ahaliyi etkileme hevesinin alması. Azımsanmayacak manevi ve belli ki maddi getirisi de olabilen bir heves bu.
Şu anki ülke koşullarda, bir başka deyişle ‘zor günlerde’ yazan ve konuşanların okura (ve dinleyene-takipçiye) sorumluluğunun (özen gereğinin) arttığını savunmak yanlış olmasa gerek. En çok okunmak, en çok sevilmek, en çok ödül almak, en etkili olmak, en bıçkın ve sert tavrı sergilemek, en gösterişli sözcükleri seçmek, en yüksek perdeden seslenmek, çoğu zaman ‘en’ yararlı ve muteber durum değildir. İtibar ve kamusal yarar, değerliyse kuşkusuz.
Köşecilik bir yana… Artık sosyal medya yazarlığı da görmezden gelinemez. Az sayıda sözcükle çok ses çıkarmak mümkün ve özellikle yüksek sayıda takipçisi olan isimler muhtemelen çoğu köşe yazarından daha fazla okunup etki yaratıyor, yazılan dişe dokunur olmasa da kalabalıkların gönlünü ve aklını çelebiliyor.
Herkesin aklına gün boyu bir şeyler gelir, eskiden de geliyordu, sosyal medya o herkesin aklına gelen her neyse onu hemen ve kısa cümlelerle yazıp kamusallaştırmasına fırsat tanıyor, bu sayede asli işi yazmak olmayan milyonlarca insan, sesini diğerlerine duyurma şansı buluyor. Bir yanıyla çok değerli ve çarpıcı bir durum bu. Sıradan birinin, örneğin çok önemli bir yazar, müzisyen ya da siyasetçiyle aracısız iletişim kurmasını sağlarken, belki bir sakıncası, akla gelen her şeye paylaşmaya değer düşünce muamelesi yapılmasıdır. Ancak büyük zenginlik ve renkliliğin yanında çok da vahim bir şey değil, bana kalırsa.
Bir gün ‘doğrudan demokrasi’ yöntemleri yaygınlaşacaksa (ki şart ve artık olanaklı), bunda internetin, sosyal medyanın belirleyici etkisi olacak. Malum, ‘doğrudan’ ve ‘temsili’ demokrasi ayrımı yapan yazarlar, on yıllar boyunca, diyelim Antik Yunan kent devletlerinden farklı olarak günümüzde doğrudan demokrasinin uygulanma ihtimalinin çok da mümkün olmadığını hemen her zaman ‘coğrafi büyüklüğe’ atıfla açıkladı. İnternet bu ‘engeli’ büyük ölçüde ortadan kaldırdı ve artık çok kısa sürede milyonlarca insanın herhangi bir konudaki eğilimini-tercihini öğrenmek, bilgilendirmek ve karar sürecine katılımını sağlamak mümkün. Ülke ve dünya insanının bir araya gelme şansı olan her mecranın değerini bilmeli.
Hoş, yararlı ve eğlendirici yanları bir tarafa çok tehlikeli olabilecek bir işleviyse artık vazgeçilmez olan bu mecraların son derece tahrik edici söz ve fiillerin yayılmasına da aracılık edişi ve bunun tek sorumlusunun ‘trol’ adı verilen, kimliği çoklukla gizli ve küfür kıyameti, hedef gösterme işini belli bir ücret karşılığında yapanların olmayışı. Adı sanı bilinen, iş güç sahibi ve çok takipçili kimi tanınmış yurttaş ve siyasetçinin, sosyal medya yazarlığı macerasında hiçbir kamusal sorumluluk hissetmeden; örneğin bir haberin yalnızca başlığına bakıp içeriğini umursamadan (okumadan!) iri sözler sarf ederek, örneğin gündemdeki konuya dair bile isteye yanlış bilgilendirerek, örneğin hazzetmediği birini hedef yapmak için konuyla ilgisiz bir ‘geçmiş’ dökümüne girişerek, örneğin en pervasız haliyle ırkçı dili yayarak, örneğin en yakası açılmadık ifadeleri haklılığından kuşku duymadığı öfkesinin arkasına gizleyerek, örneğin sıradan bir eleştiriye dahi izansız tepkiler vererek, davranması vahim.
Ülkede kim kimi ne kadar ciddiye alıyor, kimin sözü nereye varıyor, her tahrik çabasını ve münasebetsizliği önemsemeye gerek var mı, bunlar tartışılır. Ancak sorumluluk duygusundan yoksun bir beğenilme ve ses getirme saplantısı, aynı zamanda diğerlerine ‘başarı’(!) için yapılması gerekeni de gösteriyor ki, zamanın ‘emeksiz kazanç’ ilkesine de uygun. Siyasetçi sorumluluğununsa kat be kat fazla olduğunu hatırlatmaya dahi gerek yok.
Yazan ve konuşan kamusal figürlerin, hiç olmazsa ülke ve insanlar şu haldeyken, asgari sorumluluk duygusuyla, onca yurttaş tarafından okunup takip edildiklerini düşünerek hareket etmelerini, okuduklarını ve gözlemlediklerini doğru anlamalarını, takdir edilme (buna ‘layk tutkusu’ da diyebiliriz) arzusuyla kolaya kaçmamalarını ve yazacakları konu üzerine az da olsa bilgi sahibi olmalarını beklesek, herhâlde çok şey istemiş olmayız.
Beş güzel yazı önerisi:
- Aydan Çelik’ten nefis bir yazı, ‘Sempé’nin Bisikleti’
- Tarihçi Ali Yaycıoğlu’nun ‘Restorasyon mu, yeniden kuruluş mu?’ başlıklı yazısı.
- Tanıl Bora’nın, ‘Irkçılık nasıl bırakılır?’ başlıklı yazısı.
- Ali Duran Topuz’un ‘Yine mihman gördüm gönlüm dar oldu’ başlıklı yazısı.
- Dinçer Demirkent’in ‘AKP’nin kuruluşunun 21’inci yılında anayasa sorunumuz’ başlıklı yazısı.