Dünyanın önde gelen mimarlık etkinliklerinden Venedik Bienali 16’ncı Uluslararası Mimarlık Sergisi 26 Mayıs’ta kapılarını açıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu yürüttüğü Türkiye Pavyonu’nda ise bu yıl Kerem Piker’in küratörlüğünde ‘Vardiya’ başlıklı proje yer alıyor.

Fotoğraflar: İKSV
Dünyadan mimarlık öğrencilerinin katılımıyla zaman içerisinde şekillenerek gelişecek olan Vardiya, bienal kavramını ve aslında kimin için olduğunu sorgulayan bir proje.
Bienal süresince 16 ülkeden 122 mimarlık öğrencisi haftalık 10’ar kişilik vardiyalarla Venedik’e gelerek, farklı temalar etrafında atölye çalışmaları geliştirecek. Öğrenciler film, enstalasyon, maket, fanzin, üç boyutlu baskı gibi pek çok farklı formatta özel içerikler üretecek. Projenin alışılagelmişin dışındaki sergi içeriğinin zaman içinde büyüyüp bienalin sona ermesiyle tamamlanması öngörülüyor.
Projenin amacı atölye çalışmalarının yanı sıra projenin web sitesinden canlı yayınlanacak 50 dijital buluşma ve altı uluslararası konuk konuşmacının katılacağı sohbetlerle Türkiye Pavyonu’nu bienalin açık kalacağı 25 hafta boyunca yaşayan bir buluşma ve üretim mekânına dönüştürmek olacak.
Projenin küratörlüğünü mimar Kerem Piker, yardımcı krüatörlüğünü ise Cansu Cürgen, Yelta Köm, Nizam Onur Sönmez, Yağız Söylev ve Erdem Tüzün üstleniyor.
Projenin kendisi gibi çok ayaklı olan katalogu da pek çok farklı açıdan pavyonu ele alan dört kitaptan* oluşuyor.
Bu dört kitaptan birinde Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu Seçici Kurul üyelerinde, Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Dekanı ve mimarlık profesörü Arzu Erdem’in küratörlerle yaptığı röportaj yer alıyor.
Tamamını Vardiya kitabında* bulabileceğiniz röportajın daha kısa bir halini Diken okurları için hazırladık.
Arzu Erdem (AE): Projeye siz “Bienal neden var” diye sorarak başladınız. Peki ama siz niye katıldınız?
Cansu Cürgen (CC): Benim izleyicisi ve takipçisi olmak dışında bienallerle olan ilişkim İstanbul Tasarım Bienalleri ile başladı. Farklı ekiplerle birlikte, daha çok sürece yayılan ve sonunda araştırmalara yoğunlaşan işlerle bienale her dönem katılma şansım oldu.
Hepimiz bu projede Kerem’in daveti üzerine bir araya geldik, ama ekip olarak bu projenin ötesinde de bienal süreçlerine bir yatkınlığımız ve ilgimiz olduğunu söyleyebilirim.
Beni burada asıl cezbeden projenin ardındaki fikirdi. Mimarın kurduğu mekânın geçici olmasına alışığız. Hatta bazı binaların ömrü kitaplardan, dergilerden bile daha kısa olabiliyor. Bienal de aslında, ancak anlık ve kısa süreli bir etkileşim alanı yaratabiliyor. Fakat Türkiye Pavyonu’ndaki fikrin, bazıları doğrudan veya anında gözlemlenemeyecek hem kalıcı hem de uçucu tarafları var, geçici bir mekân önerisinin ötesine geçip etkileri daha uzun süreli olabilecek bir problem tarifi öneriyor. Daha önce hiç yapılmamış bir deney değil bu elbette, ama buna bağlamı özelinde baktığımızda niyetlendiğimiz şeyler daha da anlamlı hâle geliyor.
‘Belki de sergi kapanınca dahi bitmeyecek bir süreç’

Nizam Onur Sönmez, Kerem Piker, Cansu Cürgen, Selen Erkal, Tuna Ortaylı Kazıcı
Kerem Piker (KP): Biz 2012 yılında 1’inci İstanbul Tasarım Bienali için Cansu ve Yelta ile beraber ‘Musibet’ sergisinin içerisinde ‘Bomba’ diye bir proje hazırlamıştık. Kuşkusuz bizim için çok öğretici bir süreçti. Sergi açılıp izleyiciyle buluştu. O dönemde epeyce ziyaret edilip ilgi gördü. Ancak açılış anından itibaren serginin kendisiyle ilişkimizin hızla kopmaya başladığını hissettik. Yapılan iş bir son ürün sergisi olduğu zaman, bir araştırma süreci içerse de her şey ister istemez o açılış gününün hazırlığına yönelik oluyor ve onun öncesiyle sınırlı kalıyor. Bir anlamda asla izleyiciyle buluşamıyorsunuz. Aslında binalar da böyle, tamamlandıktan sonra mimarla ilgileri kalmıyor. Vardiya’da açılışla sona ermeyen, açılıştan sonra devam ederek, belki de sergi kapanınca dahi bitmeyecek bir süreci tasarlamaya çalışıyoruz. Bence buradaki en zevkli taraf bu. Herhalde bienale katılımımızın ve projeye sıkı sıkı tutunmamızın arkasındaki en önemli motivasyon da budur.
‘Vardiya biraz da oyunu bozuyor’
Yelta Köm (YK): İlk hatırladığım bienal lise yıllarıma denk geliyor. ‘Şiirsel Adalet’i halen hatırlıyorum. O günlerden beri de hep gündemimdeydi bienal. Özellikle Türkiye’de mimarlıkla tasarım bienalleri ve bunların kitleselleşen tartışmalara dönmesi çok yeni gelişmeler. Vardiya belki de bu taze alanın temelini oluşturmak için en kapsamlı katkılardan birini yapıyor. Sadece son ürünün tartışmasını yapmıyor, tüm paydaşları işin içine eş zamanlı katarak biraz da oyunu bozuyor.
AE: Seçici kurulun içindeydim. Değerlendirme aşamasında benim bu projenin olabilirliğini heyecanlı bulduğum birtakım değerleri vardı. Gelecekte bu disiplinin içinde icraat yapacak insanları bir araya getirip karşılaştırmak, başka türlü olasılıklara yer açmak gibi mesela. Belki de tasarım eğitimcisi olduğum için bu oldukça heyecan vericiydi.
CC: Aslında bu ‘karşılaşma’ kelimesi bizim için bir anahtar kelime. Çünkü tasarladığımız şey, bir mekân olduğu kadar karşılaştırmayı temel alan bir program aynı zamanda. Hatta biz buna daha ziyade enformel karşılaşmalardan doğacak bir dizi etkinlik olarak bakıyoruz.
Erdem Tüzün (ET): Aslında bizim Yelta ile tanışmamız da böyle bir karşılaşma fırsatıyla olmuştu. 2008 yılında EASA (Avrupa Mimarlık Öğrencileri Buluşması) için gittiğimiz İrlanda’nın Letterfrack köyünde tanıştık. Yaklaşık 400 mimarlık öğrencisinin katıldığı bu buluşmada ikimiz de atölye katılımcısıydık. İki hafta içerisinde onlarca atölye, konferans, parti derken ortaya farklı bir enerji çıkıyor. Sonraki sene bu organizasyon İtalya’daydı ve orada Yelta ile atölye yürütücülüğü yapmıştık. Aslında bu karşılaşmalar ve etkileşim baştan tariflendiği süre içerisinde hiçbir zaman bitmiyor, farklı ölçeklerde, farklı şekillerde devam ediyor.
‘Sergi alanı olmanın ötesinde buluşma ortamı’
KP: İyi bir tartışma ortamı sağlamak hedeflerimizden biri. Bunu sağlayacak en önemli unsursa herhalde çokluk fikri. Bizler pavyonu iyi ya da kötü bir sergi alanı olmanın ötesinde birçok katılımcının bir araya geldiği buluşma ortamı hâline dönüştürmeye çalışıyoruz.
YK: Cansu’nun da dediği gibi bu karşılaşma mevzusu gerçekten önemli. Hele günümüzde karşılaşma hikâyesinin sanal ağlar üzerinden ne kadar kolay yaşandığını da hesaba katarsak, fiziksel olanın, müşterek zaman geçirmenin çarpan etkileri daha görünür olacak. Vardiya’nın çok sayıda aktörün katılımıyla yapılacak olması onu çok yönlü yaparak, merkezini dağıtıyor. Birinin sonuç ürününü değil, daha çok bir vizyonu gerçek deneyimle yaratmaya çalışıyor.
‘Venedik aslında neredeyse yaşayanı olmayan bir şehir’
KP: Bu serginin tüketilme biçimi de aslında başlı başına problemli bir konu. Üç dakika içerisinde gezilen bir sergiden, dolayısıyla üç dakikalık bir içerikten bahsediyoruz burada. Karşılaştırmak gerekirse, İstanbul Tasarım Bienali’ne İstanbul’da yaşayan birisi olarak defalarca gidebilirsiniz. Bir sergiyi saatlerce gezip diğerlerini pas geçme imkânınız var, çünkü sonra gidebileceğinizi, sergiye tekrar dönebileceğinizi, gündelik yaşantınız içerisinde ayırdığınız bu zamanın size ilave yük getirdiği hissine kapılmadan bienalle tekrar tekrar ilişki kurabileceğinizi biliyorsunuz. Ama Venedik aslında neredeyse yaşayanı olmayan bir şehir. Ziyaretçisinin çok sınırlı bir zaman aralığında ilişki kurduğu bir sergi kurgusundan bahsediyoruz.
Bienal paketi böyle bir paket. İki günlük, üç günlük bir seyahat içerisinde ana sergiyle birlikte 60’ın üzerinde ülke sergisinin gezildiği ve bunların bir süre sonra görünmez olduğu bir yapı. Dünyanın en enteresan şeyinin bile bir süre sonra sıradanlaştığı bir algı biçimi var. Bunun karşısında durmak zaten mümkün değil. Ne yaparsanız yapın o üç dakika içinde yapıyorsunuz.
AE: Bir ziyaretçinin üç gün kalacağını varsayalım. Ülke sergilerini gezecek, Arsenale’yi gezecek, yan etkinlikleri merak edecek, sonra şehri gezecek, yiyecek, içecek, eğlenecek, sosyalleşecek, partilere katılacak…
İzleyicinin içeride bunun ötesinde, mesela üç buçuk dakika kalmasını sağlayacak olan bir şey var mı? Ya da günün sonunda kataloga aldığı notlar ya da koyduğu işaretler, Instagram için çektiği fotoğraflar söz konusu olmayacaksa, ziyaretçinin fikrinde kalmasını umut ettiğiniz bir şey var mı? Olması gerektiğinden değil, meraktan sormaktayım.
KP: Kaygımız değil ama böyle bir sorumluluğumuz var, bunun için seçildik. Ama şunu da düşünmeden edemiyorum: Mesela Almanya Pavyonu’nun 2017’deki sanat sergisinde yaptığı sergi boyunca pavyonda performans olmadığı zamanlar… Hiçbir şey yoktu, ama performansın kendisi orada yokken de bir önceki performansın izleriyle bir sonraki performansın ipuçları ilgili gözler için merak uyandırıcıydı.
AE: Günün içinde tekrarlanan performanslar arzu nesnesine dönüşmüş durumdaydı. Kuyrukta bekliyordunuz, başka bir pavyonu gezeceğinize o performansı izlemeyi tercih ediyordunuz.
CC: Bu üç buçuk dakikalık sorumluluğa ek olarak bizim gönüllü olarak aldığımız diğer sorumluluk da tersine bir sergi yapmamızdan geliyor. Dolayısıyla içeriğinin birikerek altı ayın sonunda en tamamlanmış hâlini alacağını umduğumuz bir süreçten bahsediyoruz.
YK: Vardiya’nın sorumluluğunun bu üç buçuk dakikadan çok, uluslararası ortamda diyalog kurmak olduğunu düşünüyorum. Venedik Bienali’ni diğer kent bienallerinden ayıran en önemli noktalardan biri ülke sergileri. Vardiya bir karşılaşma ortamıdır derken bunun başka dillerle, coğrafyalarla karşılaşmak anlamında kullandığımızı da düşünüyorum.
AE: Katılımcıların kolektif üretimleri dışında bienal sürecindeki bireysel üretimlerinin de sergiye ya da kitaba eklenmesini düşünüyor musunuz?
CC: Her şey başlarken, olaylar ânında ve tüm vardiyalar sonlandığında burada ne olup bittiği, buranın hafızasında nelerin biriktiğini belgelemek adına hem ardıl hem de eşzamanlı kayıt tutma girişimlerimiz olacak.
YK: Bu altyapıyı öncelikle medya atölyesi ile kurmayı planlıyoruz. Vardiya’nın kolektif belleği, çeşitli devreleri olacak. Farklı yürütücüler bu deneyimlerini belli yapı içinde de paylaşacak.
AE: Bienal işi açık bir iş, bitmiyor. Nasıl bir hızı ve ivmesi olacaksa, bittikten sonra sözünü daha iyi söyleyebilecek bir işe ancak tesadüflere bırakılmış biçimde kendiliğinden oluşarak dönüşüyor galiba değil mi?
Nizam Onur Sönmez (NOS): Aslında başından beri benim hatırladığım kadarıyla ekip olarak bir araya geldiğimizde en çok tartıştıp konuştuğumuz, cevabını bulmanın en zor olduğu konular bunlar oldu. Çünkü ilk başta iyi görünen fikir sonra pratik sıkıntılarla karşılaşabiliyor. Galiba bütün bu tartışmalardan sonra ortaya çıkan şey şu oldu: Sergide evet üç buçuk dakikanın çok üstünde ve ilgi çekici bir içerik olacak, ancak serginin kendisinden öte, bütün tartışmalar sayesinde gelinen noktada, gerçekten de fikrin kendisi, yani bahsedilen karşılaşmalar mümkün olacak. Küçük bir ekibin ve o ekibin ürettiği bir adet işin dünya mimarlık camiasıyla karşılaşması değil de oldukça geniş bir grubun bir sürü durum, ortam ve insanla karşılaşması ve bu etkinin kademe kademe yayılıyor olması, bu oldukça önemli.
AE: Burada heyecan verici olan şey, aslında aktif olarak pratiğin içinde olmadığı varsayılan mimar adaylarına, hem söz söyleyen hem de orada söylenenleri izleyen insanlar olma imkânının verilmesi.
CC: Aralık ayında başlattığımız uluslararası açık çağrının duyurusu için farklı kanallardan öğrencilere ulaşmaya çalıştık. 37 ülkeden 115 üniversitenin dekanlıklarına ve sekretaryalarına davet mektupları yazdık. Türkiye’deki tüm mimarlık okullarına çağrımızı ulaştırdık. Farklı şehirlerde faaliyet gösteren öğrenci temsilcileriyle iletişime geçtik. Üniversitelere bizzat giderek söyleşiler yapıp projeyi anlattık. Sosyal medyada ‘vardiya.online’ adlı adreslerimizden ve İKSV’nin sosyal medya hesaplarından açık çağrı duyurusunu neredeyse günlük periyotlarla gündeme taşıdık. Böylece toplamda 452 başvuruya ulaştık.
Başvuruların yüzde 70’ini kadın, yüzde 30’unu erkek öğrenciler oluşturdu. Bu dağılımın yanı sıra başvuruların 360’ı lisans, 92’si yüksek lisans öğrencilerinden geldi. Başvuru aldığımız 29 farklı ülkeden 120 farklı üniversite içinde İTÜ, ODTÜ, Çukurova, Erciyes, Mardin Artuklu, Cornell, Columbia, Cape Town, Harvard, Princeton, Rice, Rhode Island, Pratt, Politecnico di Milano, Yale, Xi’an Jiaotong gibi 70 farklı şehirden okullar bulunuyor.
‘En çok Ali’ler Elif’ler ve Merve’ler başvuruda bulunmuş’
29 ülkenin içinde Türkiye’nin yanısıra Almanya, İtalya, Hollanda, Yunanistan gibi pek çok Avrupa ülkesinin yanı sıra ABD, Hindistan, Çin Halk Cumhuriyeti, Gana, Kosta Rika, Venezuela gibi ülkeler bulunuyor. En çok başvuruyu şüphesiz Türkiye’den aldık. Ancak özellikle İtalya ve Amerika’dan da yoğun başvuruyla karşılaştık. Öğrenciler 70 farklı şehirden, en çok İstanbul, Ankara, Milano, İzmir, Eskişehir, Kayseri, New York ve Delft’ten başvuruya katıldı. Fark ettik ki en çok Ali’ler Elif’ler ve Merve’ler başvuruda bulunmuş!
Küratöryel ekip olarak her birimiz en az 500’er dakika video konferans görüşmesi gerçekleştirdik ve bu süreçte öğrencilerle ilk defa yüz yüze karşılaşma fırsatını bulduk. Vardiya’ya katılacak 16 farklı ülkeden 122 öğrenci, böylece belirlenmiş oldu.
AE: Neden uluslararası çağrı yaptığınızı biraz daha açabilir miyiz?
KP: Bizler dünya mimarlık kültürünün parçasıyız. Güncel mimarlık tartışmalarının içerisinde yer alıyoruz. Dolayısıyla Vardiya’nın amacı aslında farklılıklarımızın altını çizmekten ziyade dünya mimarlık kültürünün içerisinde süregiden tartışmalara katılmak ve onların bir parçası olarak birlikte hareket etmek.
Küratöryel ekip olarak işi yürütme biçimimiz hep fiziksel birtakım engelleri avantaja dönüştürmek üzerine kurulu. İkisi Avrupa’da, bir tanesi Amerika’da, üçü İstanbul’da yaşayan bir ekibiz. Saat dilimlerine uygun toplantılar yapıp sürekli dijital ortamda tartışıyoruz. Süreç bize bu işin alıştığımız yöntemlerden başka yöntemlerle de yürütülebileceğini gösterdi.
Öğrencileri nasıl seçtik? Elbette duyuruda işaret ettiğimiz üzere portfolyoları ve videoları değerlendirdik. Fakat esas olarak kendimize şunu sorduk: Başvuran genç mimar adayının bu ortama nasıl bir katkısı olabilir, bu ortamdan nasıl beslenebilir? Aslında en önemli kriter buydu diyebilirim. Her başvuruyu kendi bağlamında değerlendirmeye gayret ettiğimizi söylemekte fayda var.
Burada belki de en önemli avantajımız, ekibin içerisinde bugün de bu masanın başında akademisyen ve eğitimci kimliğiyle yer alan arkadaşlarımın varlığı.
Yağız Söylev (YS): Mimarlık bilgisi doğal olarak farklı okullar ve kültürlerde farklı şekillerde ele alınıyor ve çerçeveleniyor. Bu alanın dışına çıkmadıkça da bu bilginin çeşitliliğini fark edemiyoruz. Farklı çerçeveleri tanımak ve anlamak için de Venedik Bienali’ndeki, hatta Vardiya’daki çeşitliliğe maruz kalmak iyi yöntem gibi geliyor bana. Mimarın pozisyonunu, mimarlığa yaklaşımını nasıl çerçevelediğinden öte neleri bu çerçevenin dışında bıraktığının farkında olması kritik bir konu.
KP: Öğrencilerin “Bienal ne için var”, “Bienal kimin için var” ve “Bienal ne işe yarar” sorularına ilişkin ürettikleri videolar kesinlikle sergilemenin parçası olacak.
AE: Aslında lojistik olarak kotarılması çok güç bir işi yapmaya niyetlendiniz. Süreç yönetimi ile ilgili düşüncelerinizi sormak isterim,“Bir daha böyle bir işe kalkışılmaz” diyor musunuz?
NOS: Ben kalkışırım, ama tabii Kerem işin başında olursa! Nasıl çözüyor gerçekten anlaşılır gibi değil.
KP: Sürekli simülasyon üretiyoruz, bu simülasyonları yaptığınız sürece iş yürüyor. Kaç kişiyle görüşeceğiz, nasıl görüşeceğiz, hangi saatlerde görüşeceğiz, nasıl organize olacağız, kaça bölüneceğiz, bunları o kadar çok tartışıyoruz ki yapmak çok kolay oluyor. Belki en yorucu olan kısmı o. Nasıl yapacağımızın planlaması ile ilgili tartışmalar, ama bu geçtiğimiz aşama açıkçası hepimize cesaret verdi.
Venedik Bienali Mimarlık Sergisi bu anlamda dünyanın en önemli sahnesi. Biz sizi bienaldeki Türkiye Pavyonu’na götüreceğiz dediğimiz zaman Kosta Rika’dan da başvuru geliyor. Hindistan’daki okul öğrencilerine açık çağrıyı teşvik etmek için e-posta atabiliyor veya New York’ta Peter Eisenman ile çalışan Erdem Tüzün bu çağrıyı kendi ilişkiler ağı içerisinde paylaştığında dünyanın hatırı sayılır üniversitelerindeki öğrenciler bunun ciddi bir vaat olduğundan bir an bile tereddüt etmiyor.
AE: Orada kullanacağınız malzemenin ya da mekândaki müdahalenizin kullanım sonrası senaryoları, örneğin üreteceğiniz atık malzemeye ilişkin senaryonuz da var mı?
KP: Alışılagelmiş sergi kurma araçları vardır. En yaygın olanı mesela alçıpan duvar. Kolay kurulur, kolay sökülür, bıraktığı çöp bilinir. Bir önceki bienal sergisinin giriş bölümünde alçıpan duvardan artakalanların yeniden kullanıldığı ve bu konuya işaret eden bir yerleştirme vardı. Bizim niyetlendiğimiz şey çok daha hafif bir yapı kurmak, yani baştan bu çöpü de üretmemek aslında. Üreteceğimiz mekânı kuran başat eleman yelken kumaşı gibi tekstil esaslı hafif bir malzeme. Kolayca taşınabiliyor, sergi sonrasında bambaşka amaçlar için de kullanılabilecek yapıda.
Bir de orada üretilecek bilginin veya tecrübenin nereye aktarılacağı konusu var. O da son atölyenin konusu aslında. Bundan sonra ne olacak konusu. Buradaki potansiyel neye dönüşecek, nereye aktarılacak, nasıl kaydedilecek. Dönüşüm fikri aslında her şeyin içerisinde var.
AE: Atölye yürütücülerini, yani öğrenciler dışındaki aktörleri nasıl seçtiniz?
KP: Bir kere mutlaka atölye deneyimi ve/veya öğrencilerle ilişki kurma becerisi olan, yani tasarımcı yönü kadar pedagojik tecrübesi da olan kişilerle ilerlemeyi önemsedik. İkincisi, merakları çeşitlendirmeye çalıştık. Atölye yürütücülerinin seçimlerinin neredeyse tamamını ilk aşamada yaptık. Seçici kurula yaptığımız ilk sunuşta aslında kim varsa, çok ufak tefek değişiklikler haricinde şu anda yine o kişilerle devam ediyoruz. Birbirimize “Biz bu işe kimlerle birlikte girebiliriz, kimler bizimle birlikte bu işe girmeye ikna olur, kimlere bu işi teslim edebiliriz” diyerek o listeyi oluşturduk.
AE: Peki ama bir şeyler ya kötü gider ya da rast gitmezse diye düşünüp planladığınız senaryolarınız da var mı?
CC: Geçtiğimiz yıllarda bir İstanbul Bienali’nin teması iyimserliğin imkânsız değil, üstelik gerekli olduğunu vurguluyordu. Bu ihtiyacı hepimiz duyumsuyoruz, fakat elbette kötü senaryoların yaşanma ihtimali her zaman var. Bu proje esasen uzun soluklu bir program olduğu için en başından beri her ânı simüle ederek ilerlemeye gayret ediyoruz ki bu çalışma biçimi olmazsa olmaz bir şeye dönüştü bizim için.
KP: Söyleşinin sonunda sorulmamış olanı ben sorayım: Bütün işler çok kötü giderse ne olur? Denemiş oluruz en azından. Bu da herhalde önemli bir şey, değil mi?
** Vardiya’nın fikirsel hazırlık ve açık çağrı süreçlerinden pavyonun tasarımına ve Seçici Kurul üyeleriyle yapılan söyleşilere kadar çok farklı açılardan pavyonu ele alan metin ve görsel malzemeyi derleyen katalog, Fikir, Açık Çağrı, Söyleşiler ve Pavyon başlıklı dört ayrı kitaptan meydana geliyor. Katalog metinlerinin altında küratoryel ekip, atölye yürütücüleri ve proje kapsamında işbirliği yapılan çeşitli isimlerin imzası bulunuyor. İngilizce ve Türkçe olarak iki dilli formatta basılan kitapların editörlüğünü Cansu Cürgen, Kerem Piker ve Nizam Onur Sönmez üstlendi. Dağıtımını Yapı Kredi Yayınları’nın yapacağı katalog, seçili kitabevlerinden temin edilebilir.