Roma aşık olunacak bir kent. En azından benim için böyle çünkü yaşam kalitesi açısından önem verdiğim birçok özellik burada mevcut. Her şeyden önce yürümeyi sevenler için ideal çünkü mesafeler kısa ve etraf çok renkli. Trafikteki sıkışıklığa mahkûm olmadan ve para harcamadan çok yere yaya olarak erişebilirsiniz. İkincisi, kentin hemen hemen bütünü şahsiyetli. Yaşayan müze gibi. Tarihsel açıdan o kadar zengin ki bilet alıp müze ziyaret etmenize gerek yok.
Roma’da tarih, sanat, estetik ve eğlence hayatı birbirine geçmiş. Bunların arasında kesin ve kalın çizgiler yok. Hepsi ‘yaşam stili’ denebilecek bir bütünün parçaları. Bir kahvede oturup, bir kadeh bir şey içip etrafı seyrederken gördüğünüz güzellikler, tarihi eserler, İtalyanların giyim ve kuşamı sizi etkiliyor. Basit bir kahve bile sanki acı değil tatlı bir tat bırakıyor damakta. Yabancı ve turist olduğunuzu unutuyorsunuz. Mutlu oluyorsunuz. Kendini mutlu hisseden insan da küçük çocuk gibi oluyor. Dünyada sanki hiçbir kötülük ve trajik hadiseler yokmuş gibi kendisini hafiflemiş, dertlerinden arınmış ve bulutların üstünde uçarmış gibi hissediyor.
Bu harikulade ruh haline sadece etraftaki güzellikler değil, görüp tanıştığınız İtalyanlar da katkıda bulunuyor. Kahveci, dondurmacı, bar, trattori, otel resepsiyonu. Eğer siz karşılaştığınız insanlara olumlu ve açıkyürekli bir şekilde yaklaşırsanız onlar da size öyle cevap veriyor. Hatta misliyle cevap veriyor. Bu insanlar dışlayıcı değil, kucaklayıcı. Pozitif enerji dalgaları giderek çoğalıyor Roma’da. Toplam dört gün geçirseniz bile dolu dolu geçiyor ve adeta detoks oluyor.