HÜRREM SÖNMEZ
Margaret Humpreys, Nottingham şehrinde kocası ve iki çocuğuyla yaşayan, 1986 yılına kadar da muhtemelen sıradan bir hayat sürdürmüş İngiliz bir sosyal hizmetler uzmanıydı. 1986 yılında bir tesadüf eseri İngiltere ve Avustralya devletlerinin parçası olduğu büyük bir skandalın ortasında buldu kendisini…
İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’li yıllara kadar bu iki devletin anlaşması neticesi 130 binden fazla çocuk sistemli bir şekilde İngilitere’den Avusturalya’ya göç ettirilmişti. Çoğu, İngiltere’nin yoksul varoşlarında yaşayan alkolik, madde bağımlısı ailelerden gelen veya evlilik dışı dünyaya gelmiş çocuklardı. Ailelerinden yetimhaneye gönderilmek üzere alınıp gemilerle Avustralya’ya gönderildiler ve bu tehcir yıllarca sürdürüldü.
Skandalın ortaya çıkması her iki ülkede de büyük gürültü kopardı. Medya konunun üstüne gitti ama iki devlet de sorumluluk üstlenmeye yanaşmadı.
Hayatları, kimlikleri çocuk yaşta ellerinden alınan o binlerce insan adına tek başına inanılmaz bir mücadele veren Margaret hedef haline geldi, saldırıya uğradı, tehdit edildi fakat hayatının alt üst olması pahasına gerçeği aramaktan vazgeçmedi.
Ve ne yazık ki trajedi bu çocukların tehcirinden ibaret değildi. Sistemli bir devlet politikası olarak uygulanan göçe kiliseler ve dini hayır kurumları aracılık ediyor, çocuklar Avustralya’da rahipler tarafından yönetilen bir yetimhaneye gönderiliyordu. O çocuklar o yetimhanede zorla çalıştırıldıkları, dayak ve kötü muameleye maruz kaldıkları gibi rahipler tarafından cinsel olarak istismar ediliyordu, yıllarca din adamlarının tecavüzüne uğramışlardı.
İstismar ‘adi bir karalama kampanyasıydı’
Margaret Humprey’nin can güvenliğini tehlikeye düşürecek kadar süreci tırmandıran şey bu istismarın ortaya çıkması oldu. ‘Hristiyan kardeşler’ zor durumda olanlara yardım eden iyi kalpli din adamlarıydı, ‘saygın’ insanlardı ama bir kadın çıkmıştı ve hayır işleri yapan o insanlara ‘iftiralarla dil uzatıyordu.’ Topluma ve devlete göre her ne yapıldıysa o çocukların daha iyi bir hayatı olması için yapılmıştı ve istismar suçlaması ‘adi bir karalama kampanyası’ydı.
Fakat gerçeklerin böyle olmadığını her iki toplum ve her iki devlet sonunda kabul etmek durumunda kaldı. 2009 yılında Avustralya başbakanı, 2010 yılında da Britanya başbakanı hayatları çalınan, tecavüze uğrayan o çocuklardan özür diledi. Avustralya başbakanı televizyonlardan canlı yayınlanan ve aralarında istismar edilen yüzlerce kişinin de olduğu bir kalabalığa hitap ettiği konuşmasında ‘ülkesinin geçmişe utançla bakması gerektiğini zira iktidar sahibi kişilerin güçsüz insanları istismar etmelerine izin verildiğini’ söyledi.
Margaret Humprey’nin kendi hikayesini anlattığı kitabı filme uyarlandı. ‘Portakallar ve Günışığı’ o filmin adıdır. Çünkü o çocuklar Avusturalya’ya zorla sürgün edilirken onlara daima günışığı olan ve dalından portakal toplayacakları bir yere gidecekleri söylenmişti.
İktidarın ‘dindar nesil yetiştirme’ siyaseti
Geçtiğimiz günlerde ülkemizin muhafazakârlığıyla bilinen bir kentinde, siyasi iktidara yakınlığıyla bilinen bir vakıf yurdunda çocukların tecavüze uğradığı ortaya çıktı. Küçücük çocuklar aileleri tarafından emanet edildikleri, devletin denetimi ve koruması altında olmaları gereken bir yerde bir sapığın istismarına karşı yapayalnız bırakılmıştı.
Bu korkunç olay ortaya çıktıktan sonra hükümet yetkilileri bir dakika bile duraksamaksızın, ‘Bir yerlerde hata yapmış olabilir miyiz’ sorgulamasını dahi yapmadan, çocukların derdine değil o vakfı aklamanın telaşına düştüler. Konuyu gündeme getirenleri hainlikle, ‘Türkiye’yi çocuk tecavüzcülerinin ülkesiymiş gibi göstermeye çalışmak’la suçladılar. Siyasi sorumlu olması gereken bakanın “Bir kere böyle bir şey yaşanması hizmetleriyle ön plana çıkmış kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” biçimindeki sözlerini alkışladılar.
Alkışlamakla yetinmeyip istifa etmeme, zerrece utanç ve sorumluluk hissetmeme dirayetini tebrik etmek için sıraya girdiler. Çünkü o çocukların darmadağın edilen hayatlarının hiçbir kıymeti yoktu, çünkü onlar çocukları değil, iktidarlarının sarsılmasını umursuyorlardı sadece.
Oysa ortada çok açık bir gerçek vardı: O vakfın gücünün ve ‘itibar’ının kaynağı ardındaki iktidar desteğiydi. Ailelerin çocuklarını o vakfın yurtlarına gönül rahatlığıyla göndermelerinin sebebi ‘inançlı Müslümanlar’ olduklarını düşünmeleriydi. Anadolu’nun yoksul çocuklarının bu vakıf yurtlarında kalmalarının sebebi iktidarın ‘dindar nesil yetiştirme’ siyasetiydi. Çocuklara tecavüz eden o öğretmenin orada çalışıyor olmasının sebebi arzu edilen dindar nesli yetiştirmeye aday biri olarak o göreve seçilmesi, bu tecavüz hadisesi ortaya çıkana değin ‘Bilmem kim hoca iyidir, bizdendir’ dedikleri, valilikte, il milli eğitim müdürlüğünde ağırladıkları biri olmasıydı.
Evet suçun şahsiliği prensibini bilmiyor değildik hiçbirimiz, masum insanları lekeleyecek de değildik. Ama o çocuklar o öğretmenin eline bırakıldı çünkü o öğretmenin arkasında Ensar Vakfı vardı, o vakfın arkasında da hükümet vardı. Siyasi sorumlulardan, sıradan vatandaşa kadar herkesin böyle bir durum karşısında sergilemesi gereken tavır son derece basitti halbuki: “Her kim sorumlu olursa olsun sonuna kadar gidilsin” demek, “Bizim için en önemli şey çocuklarımızdır, bir çocuğun zarar görmesinde ihmali olan isterse babam olsun tanımam arkasında da durmam” diyebilmekti. Onlarsa tek vücut oldular ve ‘Hepimiz Ensar’ız’ dediler.
Tek bir onurlu insan kâfi gelecek
O yurtlarda edindikleri yaşayış biçiminin, aldıkları eğitimin cennetin kapılarını açacağına inanan çocukların hayatı, cehenneme döndüyse, tıpkı portakal ağaçları ve sonsuz günışığı vaadiyle hayatları ellerinden alınan çocuklar gibi o sistemi inşa eden herkesin payı vardır artık bunda. “İktidar sahipleri güçsüz insanların istismar edilmesine izin vermiştir” çünkü.
O yüzden vakfınız da ‘Bizden olan her ne yapsa kefiliz’ diyerek inşa ettiğiniz iktidarınız da sizin olsun. Tarafgirlikten kör olmuş olanlara karşı gerçeklerde ısrar etme cesareti gösterecek, “Aslolan çocukların hayatıdır” diyecek tek bir onurlu insan kâfi gelecektir bir gün şerre dayalı ittifakı yerle bir etmeye.