HÜRREM SÖNMEZ
1941 yılının nisan ayında Berlin’de bir konferans gerçekleştirildi. Yüksek Mahkeme başkanları, başsavcılar, bakanlık memurları gibi Nasyonal Sosyalist devletin en önemli hukukçularından oluşan 100 kadar davetli katıldı bu toplantıya. Toplantının konusu şuydu: Hitler’in değersiz yaşamları yok etme kararı.
1940’tan itibaren uygulanmakta olan ve yaşlı, hasta, zihinsel engelli insanların gaz ya da zehir enjekte edilerek öldürülmesini içeren programdan yargıçlar haberdardı. Ancak kimi vesayet yargıçları vesayetleri altındaki zihinsel engellilerin akıbetini sorabiliyor, yargıçlar ve savcılar öldürülen kişilerin yakınlarının suç duyurularıyla karşı karşıya kalabiliyor ve bu bir ‘kargaşa’ya yol açıyordu. Bu ‘kusur’a çare bulunması için yargıç ve savcılara bütün dilekçe ve suç duyurularının işlem yapılmaksızın adalet bakanlığına teslim edilmesi emredildi.
O gün o toplantıya katılan yüksek yargı mensuplarından hiç kimse temel bir eleştiride bulunmadı. Pek az hukukçu soru yöneltti. Führer’in geçerli bir emri olduktan sonra ötanazi uygulanmasına karşı bir tereddütün olmayacağı açıklandığında bütün hukukçular sessiz kaldı. Sadece bir kişi ‘bunun için yasal bir düzenleme olması gerektiğini’ izah etti o kadar. Alman yargısının elit yöneticileri o gün o toplantıda sustu.
Sonuç olarak tam sayı bilinmemekle birlikte 250 bin civarında insan öldürüldü ve Nazi hukukçuları sessizlikleriyle öldürme suçuna iştirak etti. Cinayete yardım eden kişiler yargı erkini temsil eden bağımsız ve tarafsız yargıçlar olarak değil Nasyonal Sosyalist iktidarın hukukçuları olarak hareket etmeyi seçti.
1965 yılında başsavcı Fritz Bauer bahsi geçen Nazi hukukçular hakkında cinayete yardımdan bir soruşturma başlattı. Ancak Alman yargısı meslektaşlarını yargılamak konusunda pek de hevesli değildi. Önce bazı ‘gizlilik ve kısıtlama’ kararları ileri sürüldü, sonra da itirazlar reddedildi vs. Ve Bauer’in ani ölümünden sonra bu soruşturma sessiz sedasız ortadan kaldırıldı. Nazi hukukçuları savaş esareti bittiğinde tatminkâr emekli maaşlarıyla hayatlarını sürdürdü.
Fakat bu defa 1984 yılında dönemin Braunschwieg Eyalet Yüksek Mahkemesi yargıcı Dr. Helmut Kramer ‘Nasyonal Sosyalist Ötenazi’nin Yardımcıları Olarak Eyalet Yüksek Mahkemesi Başkanları ve Başsavcılar’ başlıklı bir makale kaleme aldı, Kramer’in sadece hukukçuların okuduğu bir dergide yayınlanan ‘Führer’in hukukçuları’nı anlattığı makalesi fazla ses getirmeyebilirdi ama öyle olmadı. Çünkü makaleye konu Nazi hukukçularından birinin, dönemin Berlin başsavcısının oğlu dönemin Budapeşte büyükelçisi Dr. Franz Jung, yargıç Kramer’e karşı bir dava açtı, ‘babasının çiğnenen onuru için.’ Ancak Jung/Kramer davasının seyri pek de büyükelçinin umduğu gibi olmayacaktı. Çünkü bu dava sebebiyle dönemin Berlin başsavcısının katıldığı tek toplantının ‘T4 Aktion’ toplantısı olmadığı ortaya çıkacaktı.
9 Kasım 1938’de Naziler tarafından kışkırtılan kişilerin sinagogları yağmaladığı, Yahudileri tartaklayıp öldürdüğü ‘Kristal Gece’ olarak anılan utanç gecesi yaşanmış ve o geceden hemen birkaç gün sonra başsavcı Jung dahil bütün elit hukukçulara ‘pogroma ilişkin suç duyurularının çöp kutusunda kaybettirileceğine’ dair yemin ettirdikleri bir konferans yapılmıştı. Oğul Jung’un başsavcı babasının ‘onurunu kurtarmak’ için açtığı davanın ortaya çıkarttığı gerçek aslında 1984 yılında yayınlanan makalede zikredilmişti: “Savcılık Führer’in elindeki planlarının sonuna kadar doğrudan itaatkârlık içinde onun emrine amade sadık bir alete dönmüştür.”
Yukarıda yazdıklarım dün başlayan Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerinin yargılandığı davadan hemen önce okuduğum, ‘Egemenlerin Adaletine Savunmanın İsyanı’* isimli kitapta anlatılıyor.
Benzer konuda önemli bir kitap olan ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nda Hannah Arendt soykırıma katılmış Nazi subayı Adolf Eichmann’ın yargılanmasını anlatır . Arendt’e gör Eichmann sıradan bir Nazi subayıdır. Ruhu şeytanlaşmış birisi değildir, sıradan bir insandır ve kendisine verilen emirleri yerine getirmiş, hatta Alman yasalarına uygun hareket etmiştir. Eichmann’ı kötü kılan şey yap denileni yapan biri olması, yapıp ettiklerinin sonucunu düşünmeden itaat ederek büyük bir kötülüğün bir parçası olmasıdır.
Peki Eichmann ve başsavcı Jung’un kötülüğü aynı kötülük müdür? İnsanlık dışı emirleri yerine getiren bir Nazi subayının kötülüğü ile susmak suretiyle bu suçlara dahil olan ve suçun ortaya çıkmaması için çalışan bir hukukçunun kötülüğü aynı çerçevede değerlendirilebilir mi?
Bir hukukçu da tıpkı bir subay, ötenaziyle insanları öldüren bir doktor gibi ’emirleri yerine getirdiğini, yasalara uyduğunu’ ileri sürerek sorumluluktan kurtulabilir mi ? O yasaların vicdana, âhlâkâ aykırı olduğunu bile bile “Ben masumum çünkü yasaları uyguladım” diyebilir mi?
İktidarlar otoriterleşebilir, zalimleşebilir; iktidarın olduğu yerde bu tehlike de vardır ve zalim bir iktidarın araçları, aracıları o iktidarın devamlılığı için zulmün bir parçası olabilir. Ancak yargı, iktidarın emir ve talimatları doğrultusunda zulmün parçası olduğunda suçu da daha ağırdır, bunun topluma maliyeti de.
Yargıçlar ve savcılar, “Biz emir aldık diyemezler.” İnsanlığa karşı bir suç işlendiğinde, göz göre göre hakkaniyete aykırı kararlar verildiğinde, “Biz kanunları uyguladık” diyemezler. Zalimleşen iktidarlara karşı vicdani kriterleri ve evrensel ilkeleri hatırlatacak adaleti sağlayacak olan onlardır çünkü.
Cumhuriyet gazetesinin yazar ve yöneticileri dokuz aydır tutuklu. Bu dokuz ayın sonunda ortaya çıkan ise şunlar: Yöneltilen suçlamaların hiçbir şekilde altının doldurulamadığı, delilden ve dayanaktan yoksun bir iddianame ve yazar, çizer, hukukçuların hiçbir mesnedi olmayan ve iddia makamının hiçbir delil sunamadığı suçlamalarla özgürlüklerinden yoksun bırakılması.
Devleti yönetenler kendi iktidarlarına karşı çıkanlara karşı husumet beslerken yargıçlar ve savcılar bunun intikamına aracı olamazlar. Onca baskıya ve sindirmeye rağmen 1.5 milyon insan bir araya gelip bugün ‘Hak, hukuk, adalet’ diye haykırıyorsa, bunu duymayacak hakim ve savcıları tarih er ya da geç mâhkum eder çünkü.
Cumhuriyet sanıklarının hepsinin alnı açık başı dikti mahkeme huzurunda. Çünkü işlemedikleri bir suçtan yargılanıyor, suçsuz olduğunu bilmenin kararlılığı ve cesaretiyle kendilerini savunuyorlar.
Biz hukukçular için utanç verici olan, dürüstlük ve cesaretle mesleğini yapan gazetecilerin, yazar-çizer ve hukukçuların karşısında yargının düştüğü bu durumdur.
Gazeteci Ahmet Şık kimlik tespiti yapılırken “Çocuğunuz var mı” diye sorulduğunda, “Kendisiyle gurur duyduğum bir kızım var” diye cevap verdi, Ahmet Şık’ın kızı da babasıyla gurur duyuyor eminim, o salonda yargılanan tüm sanıkların ailelerinin, dostlarının onlarla gurur duyduğu gibi.
O salonda yargılanan sanıklar arkalarında tertemiz ve onurlu isimler bırakacak. Peki onları cezaevi duvarları ardına gönderenler, insanların işlemedikleri suçlardan ötürü yargılanmalarına sessiz kalmaya devam ettikleri, bu adaletsiz ortama dur demedikleri takdirde yarın kendi çocuklarına ne bırakacaklarını hiç düşünüyorlar mı? Berlin başsavcısı Jung’un oğlu Franz Jung’un hikayesini hatırlıyorlar mı ?
Adaletsizlik dediğimiz şey mağduru ile faili arasında kalacak, onların hayatını etkileyecek bir durum değil sadece. Gören, duyan, dinleyen herkesi dönüştürecek, faillerin çocuklarının da peşini bırakmayacak bir utanç nişanesi aynı zamanda…..
*Egemenlerin Adaletine Savunmanın İsyanı’, Heinrich Hannover, çeviri Haydar Sığınak