LEVENT KÖKER*
Evet, Erdoğan artık cumhurbaşkanı. Şimdi, nasıl bir cumhurbaşkanı olacağı merak ediliyor.
Erdoğan ve AK Parti kadroları 2015 genel seçimlerinde en az 330 milletvekili çıkarmayı ve referandumla da olsa yeni bir anayasayla başkanlık sistemine geçmeyi hedefliyorlar. Anlaşılıyor ki, bir süre sonra yeni anayasa temalı bir seçim süreci yaşayacağız. O zamana kadar da 10 Ağustos öncesinden beri sürekli önümüze sürülen ‘fiilî başkanlık’ tartışması yapılacak.
Erdoğan destekçilerinden daha dikkatli
Erdoğan, seçim sürecinde, seçildiği takdirde farklı bir cumhurbaşkanı olacağını defalarca vurguladı. Kâh “terleyen Cumhurbaşkanı”, kâh “yürütmenin başı Cumhurbaşkanı” gibi ifâdelerle, eski tâbirle icranın dışında kalmayacağını ifâde ederken, “Anayasa’daki yetkilerini sonuna kadar kullanacağı”nı da ekledi. Örnek olarak da, cumhurbaşkanlıı makamına hem kendisi, hem de destekleyenleri tarafından en çarpıcı olarak Bakanlar Kurulu’na başkanlık etme yetkisi verildi.
Ama, hakkını teslim etmek de gerekir ki, Anayasa’nın dışına çıkmayacağını da belirtti. Hattâ Bakanlar Kurulu’na ayda bir başkanlık edebileceğini örnek olarak belirtmesine ilâveten, “Başbakan’ın yerini alacak halimiz de yok” meâlinde bir kayıt düşmeyi de ihmâl etmedi.
Bu bakımdan ‘kraldan çok kralcı’ davranan kamuoyundaki destekçilerine göre Erdoğan’ın daha dikkatli olduğunu söyleyebiliriz. Tabii, şimdi burada tekrar etmemizin anlamı kalmasa da, cumhurbaşkanı seçilen kişi olarak parti üyeliğinin, milletvekilliğinin ve dolayısıyla başbakanlığının da otomatikman seçim sonuçlarının YSK tarafından ilân edildiği 15 Ağustos günü düşmüş olduğu yolundaki Anayasa kurallarını ihlâl ettiği gerçeğini akılda tutarak.
Fiilî başkanlık mümkün mü?
Şu iddiâyla başlayalım. Deniyor ki, Anayasa cumhurbaşkanına geniş yetkiler vermiş. Bugüne kadarki cumhurbaşkanları bu yetkilerini tam olarak kullanmamışlar, çünkü, TBMM tarafından seçilmişler. Buna karşılık şimdi Erdoğan, doğrudan halk tarafından seçildiği için, Anayasa’daki yetkilerini sonuna kadar kullanırsa, bu da fiilî başkanlık olur.
Hemen belirtilmesi gereken nokta şu ki bu iddiâ temelsizdir. Anayasa’nın cumhurbaşkanına bir takım yetkiler verdiği doğrudur ama bu yetkilerin genişliği ne demektir? Anayasa hükmü gayet açıktır: Cumhurbaşkanının bütün işlemleri başbakan ve ilgili bakan veya bakanlar tarafından imzalanır. İstisnaları var tabii: Cumhurbaşkanının tek başına yapabileceği işlemler….
Peki, Cumhurbaşkanı neleri tek başına yapabilir? Cumhurbaşkanlığı Sekreterliği’ni düzenleyen Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarabilir ve Devlet Denetleme Kurulu’yla ilgili yetkilerini tek başına kullanabilir. Bunlara bir de bazı atama yetkilerini ekleyebiliriz.
Asıl yetki bakanlar kurulundadır
Bir itiraz şu olabilir: Cumhurbaşkanı tek başına işlem yapamaz ama bakanlar kuruluna istediği zaman başkanlık edebilir. İşte, geçmişte cumhurbaşkanlarının pek kullanmadıkları bu yetkiyi şimdi Erdoğan görece sık ve düzenli olarak kullanırsa kim ne diyebilir?
Bu, elbette mümkün. Ama, cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi demek, bakanlar kurulu kararlarının cumhurbaşkanının istediği doğrultuda çıkması demek değildir. Kararlarının cumhurbaşkanı tarafından belirlenebilmesi için bakanlar Kurulunun buna rıza göstermesi gerekecektir. Bu ise asıl yetkinin cumhurbaşkanında değil, bakanlar kurulunda olduğunu gösterir.
Hükûmet istemezse fiilî başkanlık olmaz
Devlet yönetiminde bakanlar kurulu (hükûmet), sâdece kararname çıkarmaz. Bilindiği üzere yasa tasarıları da bakanlar kurulunun bir tasarrufudur. Devlet yönetiminde yasaların kararnamelere göre daha temel bir yeri vardır. Cumhurbaşkanı kararname çıkarma yetkisine sâhip olmadığı gibi, TBMM’ye yasa tasarısı veya teklifi sunma yetkisi de yoktur. Bakanlar kurulunu kendi başkanlığında toplayarak veya başka şekillerde gayri resmî yollarla belirli yasa tasarıları konusunda yönlendirmeyi deneyebilir ama bu konuda da yetki sâhibi olan bakanlar kuruludur.
Buradan şu sonuca varmaktayız ki ‘fiilî başkanlık sistemi’ ancak hükûmetin cumhurbaşkanının herhangi bir hukuk kuralına dayanmayan taleplerine riayet etmeyi uygun bulmasıyla mümkün. Yâni ‘fiilî başkanlık’, cumhurbaşkanına değil başbakan ve bakanlar kurulunun rızasına bağlı olarak ortaya çıkabilecek bir durumdan ibâret.
Kısacası, hükûmet istemezse fiilî başkanlık olmaz. Bu nedenle fiilî başkanlık tartışmalarında artık dikkatleri önce Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yaklaşımlarına ve tasarruflarına yöneltmek gerekmektedir.
Şimdi soralım: hükûmet, özellikle de başbakan fiilî başkanlık sonucunu doğuracak taleplere neden rıza gösterir?
Hukuken yetki ve sorumluluk başbakanda. Yine başbakan, aynı zamanda parti genel başkanı. Bu sıfatla TBMM grubunu, yâni yasama çoğunluğunu da elinde tutmakta. Bu durumda başbakan, hem hukuken, hem de siyâseten güçlü konumda. Bu gücünü ve yetkilerini neden cumhurbaşkanına devretsin veya onunla paylaşsın? Bu, ancak, hukuk ötesi, gayri resmî bir başka ilişki bağlamında olabilir…
Örneğin ‘inanç’, ‘kan bağı’, ‘kader’ vs. gibi terimlerle ifâde edilebilecek başka bağlar, başbakanın cumhurbaşkanından emir alması sonucunu doğurabilir. Bu ise bugünlerde çok şikâyet edilen, devletin resmî (hukukî) hiyerarşisinin dışında ve o hukukî sisteme uymayan bir tarzda oluşmuş bir başka (paralel) hiyerarşinin kurulması anlamına gelir ki herhâlde istenmeyen bir şeydir. AK Parti’nin mücadele etme azmiyle temâyüz ettiği öne sürülen yeni genel başkanı ve başbakanının böyle bir ‘paralel’ oluşuma izin vermeyeceğini ve dolayısıyla fiilî başkanlık denilen şeyin oluşamayacağını düşünmeliyiz.
Fillî durumlar, hukuk boşluğu varsa hukukî bir değer taşıyabilir
Bu bağlamda son olarak bazı noktaların altını çizmek zorundayız. Fillî durumlar, hukuk boşluğu varsa hukukî bir değer taşıyabilirler. Her hâlükârda fiilî durumların hukuka aykırı olmamaları da esastır.
Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya göre, ‘devetin başı’dır, Erdoğan’ın da zaman zaman tekrarladığının aksine ‘yürütmenin başı’ değildir. Cumhurbaşkanının sâdece ‘yürütmeye ilişkin yetkileri’ vardır ama yürütme yetkisi, görevi ve sorumluluğu evleviyetle başbakan ve bakanlardan oluşan hükûmete âittir.
Siyâset belirleme ve icrâ etme yetkisi de hükûmetindir. O yüzden cumhurbaşkanı siyâsî faaliyette bulunamaz, parti politikasının içinde yer alamaz. Bu nedenle, Anayasa cumhurbaşkanına bir kesimin, bir tarafın (yani bir partinin) temsilcisi gibi davranmaması gerektiğini emretmekte ve yetki kullanımını şartlara bağlamakta.
Amaç başkanlığın kaçınılmazlığı yolunda bir atmosfer yaratmak
Buraya kadar, fiilî başkanlık denilen şeyin aslında neden çok da mümkün olmayacağını, olması hâlinde de ağır hukuk ve Anayasa ihlâlleriyle birlikte karşımıza çıkabileceğini göstermek istedim.
Buna rağmen, kamuoyunda başkanlık sistemi diye bir sistemi savunanlar, böyle bir ‘fiilî durum’un ortaya çıkacağı düşüncesini kendi içinde çelişkili veya düpedüz yanlış bir dizi argümanla takîm etmekte bir beis görmemekte. Amaç, sanırım, 2015 genel seçimlerine kadar Türkiye’de artık başkanlık sisteminin kaçınılmazlığı yolunda bir atmosfer yaratıp geçişin hukuken de tamamlanması için bir genel zihniyet oluşturmak.
Önce yanlışlar
Önce yanlışı vurgulayalım. Başkanlık sistemi, siyâsî iktidarın doğrudan halkoyuyla seçilen tek bir kişinin (başkan) elinde toplandığı bir sistemin adı değil. Tam aksine, başkanlık sistemi, yürütme gücünü halk tarafından seçilen başkana veren bir sistem ama, başkanın gücü yasama ve yargı organlarının denetimine tâbi. Başkanın pek çok kararı yasama organının onayını gerektiriyor ve hem başkanın hem de yasama organının tasarrufları bağımsız yargının denetimine tâbi.
Sistemin mantığı siyâsî iktidarı tek bir odakta (kişide) yoğunlaştırmak değil, güçler ayrılığı esasına göre dağıtmak, denetlemek ve dengelemek. Mantığın dayandığı fikrî zemin ise Erdoğan ve AK Parti’ye hâkim olan sandık çoğunluğu=demokrasi denkleminin tam aksine çoğunluğun -genellikle de tek kişi tarafından icrâ edilen- zorbalığını engellemek.
Bu özelliklerin dışına çıkan ve dünyâ üzerinde kendisine başkanlık veya yarı-başkanlık adı verilen bütün sistemler aslında ‘sapkın’ sistemlerdir ve demokratik ve özgürlükçü hukuk devletlerinden ziyâde otoriter tek adam/tek parti rejimlerine özgüdürler. Bu bağlamda belirteyim ki demokratik dünyâda yer alan ABD gibi Fransa gibi başkanlık ve yarı-başkanlık örnekleri kuşkusuz istisnâî örnekler.
Şimdi de çelişkiler
Şimdi de çelişkiler. Birinci çelişki şu soruyla yakalanıyor: AK Parti ve Erdoğan başkanlık sistemini istiyor mu ve neden istiyor?
Bugünkü görüntüye bakarsanız, hem AK Parti, hem Erdoğan başkanlık sistemini istiyor. Ne zamandan beri? Kasım 2012’den beri. Peki ondan önce? Böyle bir talep yok.
Adı kondu bile: ‘Türkiye tipi başkanlık’
Hattâ şimdi de meselâ o çok sözü edilen 2023 Vizyonu’nda bu konu ‘tartışılsın’ isteniyor: Başkanlık mı, yarı başkanlık mı, partili cumhurbaşkanlığı mı, tartışılsın. Kesin bir tercih yok. Ama 2012 Kasım’ında Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na iletilmek üzere TBMM Başkanlığı’na sunulan teklif ‘başkanlık sistemi’ teklifi.
Tabii yukarıda özetlemeye çalıştığım özelliklerinden önemli ‘otoriter’ sapmalar içerdiği için, bu teklifin mahiyetini en iyi Ahmet İyimaya belirlemiş: ‘Türkiye tipi başkanlık.’ Yukarıdaki paragrafla birlikte okursanız mânâyı çıkarırsınız: Demokratik ve özgürlükçü bir sistem tipi olan başkanlıktan Türkiye tipine doğru sapan bir sistem. 12 Eylül paşalarının ‘bize özgü demokrasisi’si gibi AK Parti’nin de ‘Türkiye tipi başkanlık sistemi’ var. Ama bu talep ile 2023 Vizyonu belgesi çelişiyor.
Sonradan çıkma sistem
Bir başka nokta. Bilindiği gibi, Türkiye 2007’den beri yeni anayasa yapacak. Bu bitmeyen sürecin taşıyıcısı, kuşkusuz siyâsetin niceliksel olarak güçlü aktörü AK Parti. 2007 ve 2011 seçimlerine hep yeni anayasa diye gidildi. Bunların hiçbirinin kampanyasında AK Parti ‘Başkanlık sistemi istiyoruz’ demedi. Böyle bir seçim beyannamesi yok, propagandası da yok.
2007’de Anayasa değiştirildi ve cumhurbaşkanının doğrudan halkoyuyla seçilmesi benimsendi. Referandumla, geçerli oyların yüzde 69’uyla. O zaman, “Cumhurbaşkanı halk tarafından doğrudan seçilirse sistemin parlâmenter niteliği bundan zarar görür” eleştirilerine karşı “Biz de zâten sistemi değiştirmeyi hedefliyoruz” denilmedi.
2007 değişikliği, 367 ucubesine karşı yapılmış meşru bir hareketti ve kuşkusuz cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi pekala parlamenter sistemle birlikte var olabiliyordu: Finlandiya, Avusturya, İrlanda vb. örnekler ortada. Zâten AK Parti de, 27 Nisan ile sembolleşen vesâyetçi darbe girişimine karşı demokratik çıkışının sonucu olarak bu değişikliği yapmıştı. Başkanlık, yarı başkanlık gibi sistem değişiklikleri gündeme hiç gelmemişti.
Söylenen gerekçeler yetersiz
O hâlde şimdi başkanlık sistemi talebinin gerekçesi nedir?
Gerekçe olarak tabiî Erdoğan’ın şahsî siyâsî kariyeri ve gelecek kaygıları, AK Parti’nin kendi iç düzeniyle ilgili ‘üç dönem kuralı’nın gereklerinin yerine getirilmesinden doğabilecek sorunların üstesinden gelebilmek gibi, bireysel ve kısmî (partisel) hususlar ileri sürülebilir. Ancak, bunlar doğru olsa bile gerekçe olamaz zirâ fazlasıyla şâhsî ve ‘partisel’dirler. Söz konusu olan ise 80 milyonluk bir toplumun anayasal düzeni.
Bunun adı otoriter popülizm
Dolayısıyla başka gerekçeler bulmak lâzım. Önce şu: halk, cumhurbaşkanını doğrudan seçince, ‘cumhur’ ile ‘başkan’ı arasında, araya –öncelikle TBMM kastediliyor herhalde- başka kurumların girmesi nedeniyle oluşan boşluk kapanıyor. Bu hem cumhur ile başkanının bütünleşmesi, hem de cumhurbaşkanlığının bir vesâyet makamı olarak kurgulanmasının da sonu.
Oysa, buradaki yaklaşımın siyaset bilimindeki karşılığı ‘otoriter popülizm’. En yalın tanımı, halk ile lider arasındaki bağın doğrudan, aracısız bir biçimde kurulması. Yani, siyâsî iktidarın oluşumunda ve işleyişinde dengeleyici ve denetleyici kurumların devreden çıkması. Anti-entellektüelizm gibi başka birtakım özelliklerle de birleşirse faşizme dönüşme potansiyeli yüksek bir otoriter siyâset tipi, kısacası. Ama işin bu tarafını ciddîye alan yok, önemli olan cumhur ile liderin bütünleşmesi!
Atatürk sonrasının en sâhici cumhurbaşkanı mı?
Unutmadan, Erdoğan’ın ‘Aziz Atatürk’ diye başlayan Anıtkabir defterindeki yazıya değinmeliyim: Galiba ilk defa ‘Atatürk’ dedi; cumhurbaşkanı olmak böyle bir şey demek ki ama, asıl diyeceğim o değil. O yazıda, ‘Sizin vefatınızla cumhur ile başkanlığın bağı koptu’ gibi bir şey diyor. Burada bir çelişki var: 1920-1923 ve 1923 sonrası özellikle de Kemalizm’in yerleştiği 1930 sonrası ‘cumhur’ ile ‘başkan’ bütünleşmesinden çok daha başka şekilde nitelenmesi gereken bir dönem.
Erdoğan’ın bu ayrımı yapmaması, kendisini Atatürk sonrasının en sâhici cumhurbaşkanı gördüğü için olabilir mi? Devir teslim töreninde 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den sonra konuşma için kürsüye ‘halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı’ diye dâvet edilmesi de bunun bir işâreti mi?
Cumhuriyet’in özü meseselesi
Daha esâsa dâir bir çelişki, cumhurbaşkanı seçiminden sonraki süreçte çok vurgulanan ‘Cumhuriyet’in 23 Nisan 1920’deki özü’ ile ilgili. Nedir bu öz? Cevap 1920’nin Büyük Millet Meclisi’nden: “Halkı kendi mukadderatına bizzat ve bilfiil hâkim kılmak.” Halk kim? Müslüman emekçi erkekler. Nasıl kendi mukadderatına egemen kılınacak? Merkezde Büyük Millet Meclisi, taşrada ise özerk şurâ yönetimleri olarak adlandırabileceğimiz her biri özerk (kendi hukukî kişilikleri olan) vilâyet meclisleri, atanmış değil, seçilmiş vâliler, nâhiyeler vs.
‘Cumhuriyetin özü’ diye nitelenen 1920 mirasından bugüne ya kuvvetler birliği esasına dayanan meclis üstünlüğü sistemi kalmış olabilir ya da halk kavramını çoğulcu demokratik değerlerle uyumlu bir biçimde idrak edebilen, özerk bölge ve yerel idârelere sâhip bir devlet modeli türetilebilir. Herhâlde 1920’ye atıfla haklı gösterilemeyecek bir şey varsa o da başkanlık sistemidir.
Ufkunda demokratik özgürlükçü hukuk devletinin emâresi dahi olmayan bir macera
Türkiye’nin ihtiyâcı, bir kişinin ve bir partinin çıkarlarına göre ve anlık olarak ortaya atılan ne idüğü belirsiz bir sisteme yönelmek değil.
Yaptığı kanunları hukuk güvenliğini tahrip edecek ölçüde, sık sık değiştirmesiyle tarihe geçen, bundan da öte, özellikle 2010 sonrasında yine sık sık “Yanlış yaptık”, “Yanılmışız” gibi yargılarla temel reformları geri çevirmeye çalışan bir siyâsî kadroyla ‘Türkiye tipi başkanlık sistemi’ gerçekten bir macera olmayı vadediyor. Üstelik, ufkunda demokratik özgürlükçü hukuk devletinin emâresi dahi olmayan bir macera…
*Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi