MUSTAFA MURAT KUBİLAY
mmkubilay@gmail.com
Türkiye günlük siyasi ve ekonomik haber akışı hayli hızlı bir ülke. Gelişmeler, çalkantılara neden olabiliyor. Merkez Bankası başkanının bir gece ansızın değiştirilmesi ve ardından milyarlarca doların yurt dışına ve yastık altına çıkması gibi.
Bu sözler desteksiz kalmasın; ilkini MB’nin ödemeler dengesi raporundan, ikincisini ise Darphane’nin bastığı toplam altın para hacminden gözlemleyebiliyoruz. ‘Norveç’te bir yılda yaşananları bir haftada yaşamak’ bizi artık ne şaşırtıyor ne de gülümsetiyor.
Diğer taraftan tüm bu dalgalanmalar, finans jargonuyla oynaklıklar, Türkiye’nin içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler grubunun bir üst ligi sayılan ‘yükselen piyasa ülkeleri’ grubunun normali. Hiç şüphesiz Türkiye özellikle 2018 sonrasında bu ligin sınırlarını hayli zorladı. Ancak devlet başkanı ile ekonomi yönetimi arasındaki çatışmalar bize özel değil. Misal Güney Afrika Cumhuriyeti’nin önceki devlet başkanı Jacob Zuma ekonomik kriz sürecinde 2014-18 yıllarında dört maliye bakanı eskitti.
Hemen belirteyim, yaşam standartlarına göre bizden ileride görünen Arjantin bu ülke grubuna dahil değil. Arjantin orta düzey sanayileşme ölçüsünden ötürü yeni sanayileşmiş bir ülke olarak kabul edilse de -Türkiye gibi- dış borç ödememe sorunları ve sıklıkla uygulanan sermaye kontrolleri nedeniyle bir alt ligde yer alıyor.
Yani yükselen piyasa ülkeleri grubunu tam olarak bir iktisadi gelişmişlik veya hayat standardıyla ölçmemek gerek. Örneğin Endonezya da Türkiye’yle aynı ligde. Bakış açısının temelinde, uluslararası finansın temel talepleri bulunan belirli bir ekonomik büyüklüğe sahip olmak ve sermaye lehine kurumsallık ve derinlik var. Bu son nedenden ötürü AB üyesi Romanya da bu gruba bazen dahil edilmiyor.
Basitleştirirsek orta gelirli, finansal piyasalarda asgari derinliğe sahip ve belli ölçüde bir kurumsallık sergileyen ülkeler sermaye kontrollerine gidilmediği müddetçe bu grupta kalıyor.
Türkiye için küme düşme riski var mı?
Peki giderek yoksullaşan, yabancıların piyasadan çıkışıyla derinliği azalan ve kurumsallık kaybı yaşayan Türkiye ekonomisi için küme düşme riski var mı?
Yoksullaşma açısından bakıldığında, boyutunu anlatmaya gerek yok; son 10 yıldır giderek göze batar şekilde yaşanıyor ve kısa sürede bir düzelme görebilecek durumda değiliz.
Buna karşılık grupta Kolombiya, Peru ve Endonezya gibi kişi başına düşen geliri çok daha düşük ülkeler bulunması nedeniyle yoksullaşmadan ötürü küme düşme riskinin pek gerçekçi olmadığını ortaya koyuyor.
Ya piyasa derinliği?
Yerlilerin hisse senedi piyasasındaki aktifliği artı puan. Ancak yabancı takasının bir zamanlarki yüzde 73’ten yüzde 43’lük tarihi dip seviyesine indiğini not etmek lazım. Tahvil piyasası da görkemli günleri çoktan geride bıraktı. Yabancıların bir zamanlar yüzde 26’ya kadar çıkan tahvil sahipliği yüzde 5’le en düşük düzeyinde. Üstelik Hazine 10 yıl vadeli tahvil ihracı gibi olağan bir satışı talep yokluğundan pek yapamıyor. İşsizlik Sigortası Fonu ve piyasa yapıcı bankaların verdiği tekliflerse sınırlı.
Tek olumlu nokta, bankaların hala sendikasyon kredilerini döndürebilmesi ve döviz cinsi tahvillerden eurotahvil stokunda yabancıların satış yapmaması. Tabii Hazine’nin yeni ihraçlar yapmaktan çekindiğini ve 10 yıl vadenin üzerine uzun süredir çıkamadığını da belirtmek gerek.
Özetle, finansal piyasalar hala sığ değil ama yabancısız; ötesi, dolar cinsi düşük fiyatlara rağmen yabancı ilgisi pek yok.
Sıra geldi kurumsallaşmaya. Sanıyorum çok fazla izaha gerek yok. Vakıfbank gibi önemli bir kamu varlığı ve Türkiye’nin en büyük 2’nci bankasının yönetim kurulunda güreşçi Hamza Yerlikaya’nın bir süre bulunması durumu fazlasıyla aydınlatacaktır. Buhran döneminde kredi genişlemesine giden ve resmi istatistiklerde iyi duran kamu bankalarının kredi kalitesine de şüpheyle yaklaşmak lazım. Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye bakanlığı yapması ve o dönem usulsüz satılan 128 milyar doların hesabının verilememesini de eklemek gerek. Çok sık değişen MB başkanlarını da unutmayalım. Hatta mevcut başkan Şahap Kavcıoğlu’nun kendisinden beklenen faiz indirimlerini yapmaması halinde görev süresini tamamlayabilmesinin hiç de kolay olmadığını vurgulayalım.
Özetle, ekonomi yönetimindeki kurumsal kayıp had safhada.
Toparlayalım…
Türkiye, içinde bulunduğu yükselen piyasa ülkeleri grubunun artık en zayıf üyelerinden biri, belki de en zayıfı. Bununla birlikte yabancı yatırımcıları hedef alan BDDK tarafından TL’nin yurt dışı finansal kurumlara aktarılmasının engellemesi gibi kararlar artırılmazsa ve ABD’nin finansal yaptırımları genişletilmezse mevcut yerini koruyabilir. Mesele şu ki finansal piyasalarda içinde bulunduğumuz kısa süreli denge hali kalıcı olmayacak. Özellikle yurt dışında yaşanabilecek herhangi bir finansal dalga Türkiye sahillerine vurduğunda döviz yoksunluğundan ötürü ekonomi yönetimini normal koşullarda göze alınamayacak kararlara itilebilir. Bunun neticesinde uzun süredir küresel hisse senedi ve tahvil/bono endekslerindeki payı düşen Türkiye, küme düşüp tekli karantina odasına alınabilir.
Bu ne derece mümkün?
Teknik olarak hayli yüksek ihtimal, ancak tam da bu noktada finansın politik yönlerinin bulunduğunu hatırlamalı. Dolasıyla teknik olarak gittiğimiz kötü gidişattan bizi ancak dış politik gelişmeler ve iç politik değişimler kurtarabilir.
Peki “Finans kapitalin Türkiye ekonomisini nasıl sınıflandırdığından bize ne” diyebilir miyiz?
Bir yıldan kısa vadeli dış borç 192 milyar dolarken, MB net döviz ve altın rezervleri ödünçler hariç eksi 49 milyar dolarken ve hala cari açık verirken diyemezsiniz.