MURAT SEVİNÇ
Tarhan Erdem’in anısına…
Türkiye’de siyasetçilere gereğinden fazla umut bağlanır. Yalnızca Türkiye’de değil kuşkusuz, demokrasinin kalitesine bağlı olarak başka ülkelerde, az ya da çok, abartılı ya da makul bir beklenti söz konusu siyasetçiden. Aradaki ‘aleyhe’ farkların kaynaklandığı sayısız etmen var. Yönetim biçimi de bunlardan biri, yalnızca hükümet şekli (parlamenter-başkanlık gibi) değil, örneğin partilerin yapısı, anayasa dışında kalan temel yasaların (seçim yasaları gibi) içeriği ve idari örgütlenme.
On yıllardır gündemde olan ancak çeşitli gerekçelerle tartışılamayan idari yapıdaki sorunların çözümü, her bakımdan yaşamsal. Egemenlik yetkilerinin kullanımını ülke sınırları içinde merkezde toplayan (üniter) bir devlet ile yetkiyi paylaştıran (federal, bölgeli ve ara formlar) ülkelerdeki yönetime katılma pratikleri farklı ve bu fark hem siyasetçinin kumaşını, hem yurttaşın siyasetçiyle kurduğu ilişkiyi biçimlendirebiliyor.
Yönetime dair hemen tüm kararların merkezde alındığı bir sistemin yönetileniyle, kararlara farklı düzeylerde katılımın mümkün olduğu bir sistemin yurttaşı arasındaki fark, o yurttaşla siyasetçinin ilişkisine de yansır. Yönetim biçimleri arasındaki ayrımlar demokrasinin içeriğini, yurttaşın kendi insanına ve toprağına bakışını, hatta yönetilenlerin kaygı düzeyini dahi etkiliyor. Örneğin meclis seçimleri ABD ve Fransa’da da önemli olmasına önemli ancak bir Amerikalı ve Fransız’ın, filanca parti seçim kazanırsa kamusal alanlarda bira bile içilemez, düzeyinde bir derdi yok hiç olmazsa; gelişkin demokrasilerde kazanılacağın ve kaybedileceğin ölçüsü az çok belli, yöneten ve yönetilen açısından.
Türkiye’de, başta demokrasinin kalitesi olmak üzere, sayısız ve son derece karmaşık, iç içe geçen gerekçeleri var siyasetçi ile kurulan ilişkinin tutku-nefret şekline bürünmesinin.
Dört-beş yılda bir yurttaşın önüne bir sandık konulur, seçmen hemen hiç tanımadığı ve büyük ölçüde genel merkezler tarafından belirlenen isimlerin olduğu listelere oy verir, birileri seçilir, o birileri parti genel başkanlarının sözünden çıkmaz ya da çıkamaz, muhtemelen çoğunun böyle bir derdi hiç olmaz, bir sonraki seçime dek milyonlarca insan üç-beş kişinin iki dudağı arasına bakar, seçim yaklaşınca yönetenlerce bazı ‘hoşluklar’ yapılır, biraz gönül alınır, gülümser ifadeli bıyıklı erkekler ‘bizi ihmal ettiklerini, ancak aslında ne kadar çok sevdiklerini’ söyler, bir kez daha sandığa gidilir ve yine tanımadığımız birileri yaşamımıza ilişkin en hayati kararları bizlere hiç danışmadan alabilsin diye, oy verilir.
Burada ‘siyasetçi’ adlandırmasıyla kastettiğim, yerel düzeyde ve parti örgütlerinde büyük emek harcayan sayısız insan değil, milletvekilleri ve özellikle parti yönetimleri, genel başkanlar. Türkiye’de siyasetçi denildiğinde çoğu zaman bu bir avuç insanın anlaşılması, başlı başına bir sorun aslına bakılırsa. Yönetime katılım yolları tıkalı, siyasetin birkaç popüler figürün afra tafrasına indirgendiği az gelişmiş bir demokrasi olduğumuz için, sürekli bu bir avuç insanı, onların ne yaptıkları ya da yapmadıklarını konuşuruz, oysa, hakikaten de bir avuç insan, eninde sonunda.
Milletvekillerinin çoğu ulusal çapta tanınmaz, zaten azımsanmayacak bir kısmının orada tam olarak ne yaptığı da pek belli değildir, oturumların çoğuna katılmaz, bazen oy kullanır, nadiren önerge verir, herhangi bir derde deva olmadan bir sonraki seçime dek durumu idare eder. Komisyonlarda epeyce iş yapan, kritik müdahalelerde bulunan, konusunu iyi bilen az sayıda vekil ise mecliste yararlı işler yapar ama siyasetin görünen yüzü olmadıkları için isimleri fazla anılmaz.
Vekilliğin, üst düzey siyasetçiliğin kamuoyuna fazla yansımayan dinamikleri ve vekillik raconu renkli hikâyelere konu olur. En sevdiğim anı kitabı, Çetin Altan’ın TİP yıllarını anlattığı ve vekillerin meclisteki hallerini, ‘hışırlığı’ ve sığlığı nefis betimlediği ‘Ben milletvekili iken.’ Bir fırsat bulup kitabı okumanızı öneririm.
Hâlihazırdaki parlamentoda görev yapan bir milletvekili, ne denli demokrat, iyi, dürüst ve bir şeyler yapmak için çaba harcayan biri olursa olsun, yapabileceklerinin sistemden ve vekillik işinin kendisinden kaynaklanan sınırları var. Hükümet sistemi malumunuz, parlamentonun hükmü kalmadı, yinelemeye gerek duymuyorum. Diğerine gelirsek, öncelikle vekillik, bir yandan temsilci vasfından kaynaklanan olağan, diğer yandan Türkiye’ye özgü sayılabilecek olağan dışılıklar barındıran ‘ayrıcalıklı’ bir konum. Çoğu milletvekilinin yeniden seçilmeyi istediğine bakarak, söz konusu konumun güçlükleri bir yana hayli cazip bir tarafı olduğunu tahmin edebiliriz. Herkesin aynı kefeye konulamayacağını, o ayrıcalıklı konumu kişisel menfaati için sonuna kadar kullananlar ile aklı başında insanların ayırt edilmesi gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım. Burada, tek tek kişilerin ayrıcalıklı olma istek ve hevesinden değil, temsil görevinin hukuksal, siyasal ve toplumsal düzlemdeki ayrıcalıklı konumundan söz ediyorum.
Genel başkanların, liderlerin konumu ise apayrı. Ne kadar gezerlerse gezsinler, ne kadar çok insanla iletişim kurarlarsa kursunlar (ki bunlar çok iyi şeyler), ‘en tepedeler’ ve çevrelerindeki insanlar onlara ulaşabilmek için yukarıya bakmak zorunda. Türkiye gibi ülkelerin çok vahim bir özelliği, genel başkan düzeyindeki siyasetçilerin orada kalma istek ve süreleri. Bir zaman sonra yalnızca halkın değil, kendi kabuslarına da dönüşüyor koltuğa tutunma arzuları. Bize normal görünüyor belki, ancak demokrasilerdeki az sayıda tarihsel istisna bir yana, siyasetçilerin bulundukları konumu onlarca yıl bırakmama hırsları hiç olağan değil, demokrasimizin ve liderlerin kumaşıyla ilgili büyük bir dert.
Yıllarca partisinin başında kalmış isimlerin, iktidarda ya da muhalefette, artık kendilerini bulunmaz Hint kumaşı sanmalarından daha anlaşılır ne olabilir? Onca zaman hep korumayla, polis araçlarıyla, konvoylarla, çevrelerinde kalabalıklarla, ‘bir kez dahi trafiğe takılmadan’ gezmiş ve ufak tefek protestolar ile zaman zaman tanık olduğumuz provokasyonları saymazsak, gittikleri her yerde sevgiyle, tezahüratla karşılaşmış insanlar, nasıl bizler gibi bakabilir yaşama ve ülkeye? Düşünün, çok sayıda insan size ‘umut’ gözüyle bakıyor, bundan daha büyük bir yük olur mu insanın omuzlarında ve tabii, bundan daha vahim bir durum, ülke ve yurttaş için. Memlekette üst düzey siyasetçilerin çevresindeki insani ve kurumsal ilişkiler, onları ülke ve insandan uzaklaştırmak, en vicdanlısını dahi zaman içinde köreltmek üzere örülmüş durumda.
Yönetime katılım, eşit yurttaşlık bilinci, yönetenlerin ‘makul bir süre için’ yetki kullanacak sıradan insanlar olarak kabul edilmesi, bu yüzden önemli. Tüm tarihsel ve güncel yapıların ve ilişkilerin ‘el üstünde tutmak’ üzerine kurgulandığı bir sistemde, yetmezmiş gibi bir de o makamlarda gereğinden uzun süre kalan insanların, sokağın, halkın, çoluk çocuğun, özetle ‘toprağın’ gerçeklerinden kopmasında şaşılacak bir şey yok. Merkezi idarenin bu kadar güçlü olduğu, yaşamımıza ilişkin can alıcı kararların birkaç kişi tarafından verildiği bir idare modelinde, o birkaç kişinin kendisini dev aynasında görmesinden doğal ne olabilir?
Ezcümle, önümüzdeki seçimde, kavga gürültünün tozu dumanından çıkıp birbirimizin yüzünü görür hale gelmeliyiz, mutlaka. Ancak şu olağanüstü koşullar içinde dahi, ülkeyi ve insanını, herkesin yerini/haddini bildiği, sıradan insanların koltuk görünce kendisini kaybetmediği bir sisteme ve kültüre kavuşturmak için kafa yormayı da ihmal etmeyelim. Hiç kimse umudumuz ve velinimetimiz olmasın, bu durum, bir halk için onur kırıcı.
Yazıyı, ömrünü daha demokratik bir Türkiye için çaba harcayarak geçirmiş rahmetli Tarhan Erdem’in, zamanında bir yazımla ilgili gönderdiği nazik mesajındaki cümlesiyle (bahsettiği eski siyasetçinin adını gizleyerek) bitirmek istiyorum:
“…(o) ve kendisini izleyen parti liderleri ile ülkemizde iktidara gelen diğer liderler, demokrasinin özünü kavramamışlar, maziden gelen ‘idare’ anlayışını sürdürmüşlerdir.”
Bir mahkeme notu: Kobani davasında yargılanan, derdini kamuoyuna şu adaletsizlik ikliminde dahi anlatamayanlardan, pırıl pırıl bir insan sevgili Bircan Yorulmaz’dan mektup ve davet, farklı mecralarda yayınlandı. Bir paragraf da bu yazıda olsun. Yorulmaz’ın mektubundan iki satır: “Sizden ricam, yargılamanın takipçisi olarak, HDP’nin kapatma davasına dayanak olacak bu dava dosyasının sonuçlarının sadece bu dava ile ve bu davanın sanıkları ile sınırlı kalmayacağı, ülkedeki politik düzlemde yer alan muhalefette kapanmaz bir yara açmayı hedeflediği açık olduğundan, şimdi ya da sonrasında söylenecek her haklı söz için tanığımız olmanız. 27 Haziran’da başlayacak olan yeni duruşma süreci 27-28-30 Haziran 2022, 1-4-5-6-7 Temmuz 2022 tarihlerinde devam edecek… Herkesi bu yargılamayı izlemeye davet ediyorum.”
Yazı önerileri: Duvar’da yayınlanan, Serkan Alan haberini ve Barış Avşar’ın yazısını buraya bırakıyorum. Ellerine sağlık. Haber ve yazı, Ankara Üniversitesi’nin MİT’ten gelen fişleme belgelerini (çoğu atılanlar hakkında), yasaya aykırı biçimde mahkemeye sunduğunu anlatıyor, okumanızı dilerim. Keşke utanma duygusu yasaklanmasıydı ülkede.