MURAT SEVİNÇ
Türkiye, önümüzdeki bir ay içinde rejim değişikliği ihtimalini oylayacak. İki üç haftada çok şey değişebilir, dolayısıyla bugünden bakıp sandığa gitme oranları üzerine tahminde bulunmak güç.
Buna mukabil iki durum, artık fazlasıyla açık seçik: İlki; İhsanoğlu’nun adaylığıyla dengesi bozulan AKaP’lilerin, ulusalcı CHP’lilerin de büyük katkısıyla, muhalefet partilerinin seçmenini sandıktan uzaklaştırmak için tutturdukları propaganda.
Meğer AKaP’den beslenen yazar çizerin hayali solcu bir cumhurbaşkanı adayı görmekmiş de, haberimiz yokmuş. Malzeme çıkmayınca, İhsanoğlu’nun adıyla dahi uğraşmaya başladı zavallılar.
İkincisi; Başbakan’ın meydanlarda her Allah’ın günü, seçilirse anayasayı nasıl ihlal edeceğini açıklıyor olması!
Türkiye’de artık şoke olmak olanaksız, bu nedenle söze ‘inanılmaz’ diyerek başlayamıyorum. Ama hiç olmazsa altı bir kez çizilsin: Anayasal sistemimiz, AKaP liderinin hayal ettiği ölçüde koşan, terleyen, hoplayıp zıplayan bir cumhurbaşkanı modeline elverişli değil.
Haliyle Reis, aslında her konuşmasında, seçim vaadi olarak Anayasa’yı ihlal etmeye çalışacağını anlatıyor kitlelere. Ya da bir an önce başkanlık rejimine geçilip kendisinin de başkan olacağını. Anayasa ile bağdaşmayan böylesi propagandanın başka açıklaması yok.
Birinin kaygısı laiklik, diğerinin kredi borcu
Her neyse, bunlar tükenmeyecek konular. Bu yazı, temsil/oy verme eğilimi ve ‘tatava yapma’cılar üzerine.
Yerel seçimlerde ortaya atılıp çok da etkili olan bir slogan, ‘tatava yapma bas geç‘.
İnsan eylemleri, çok sayıda bilim dalının ve mutlaka hukukun konusunu oluşturur. Oy verme davranışı da bir insan eylemidir.
Buradaki insan, belli bir sınıf aidiyeti ve muhtelif kimlikleri olan bireydir. Meslek erbabıdır, mesleksizdir, kadındır, erkektir, farklı cinsel yönelime sahiptir, aile reisidir, ailesizdir, dindardır, dinsizdir, kafası karışıktır, eylemcidir, hareketsizdir, zengindir, yoksuldur, ekmek peşindedir, uyanıktır, alıktır, borçludur, alacaklıdır, işçidir, sermayedardır, eğitimlidir, eğitimsizdir vs… Sayılarak tüketilmesi olanaksız nitelikler söz konusudur.
Seçim günü geldiğinde, hepsi birden sandıkta buluşur. Bir yurttaş için başlıca motivasyon laiklik ilkesini korumakken, diğeri laikliği telaffuz dahi edemez ve tek derdi kredi borcunu ödeyebilmektir. Haliyle faiz hadleri, ekonomik istikrar özlemiyle oy verir.
Öte tarafta, örneğin bir yurttaş cinsel yönelimine, diğeri türbanına tehdit olarak algılamadığına yönelir.
Ölüm bile sınıfsal
Tabii tüm bu kaygı çeşitliliği, sınıfsal aidiyetler içinde farklılaşır. İnsanlar çoğu zaman mensup oldukları sınıfın bilgisiyle hareket etmez ancak farkında olmadan o aidiyet içinde şekillenir. Refleksleri de sınıfsaldır. Yaşamları ve hatta ölümleri de.
Örneğin Soma’da ölenler ve Soma sonrasında ölen ancak toplu ölmedikleri için haber dahi olamayan yüzlerce işçi gibi. İşçiler, erkekti, şu ya da bu partiye oy veriyorlardı, doğum yerleri farklıydı, inançları başka başkaydı, aile yapıları vs.
Ortak özellikleriyse yerin yüzlerce metre altında, berbat koşullarda, üç kuruşa çalışıyor olmaktı. Haliyle ölüm, Alevi, Sünni ya da AKP’li ya da MHP’li ayrımı yapmadı.
Onlar Hugo, Dickens romanlarının karakteriydiler ve yoksulluk içinde öldüler. Düzen değişmediği sürece de ölecekler. Toplu ölmedikleri sürece adlarını pek duymayacağız. Onlar ölürken, bizler Kaş tatili planlıyor olacağız.
Uzatmayayım; demem o ki tüm insan/yurttaş nitelikleri aynı zamanda sınıfsal aidiyetlerle bölünür. Haliyle ‘sandık’ denilen, karmaşık bir olgudur.
Devlet sistemi her eylemi yönetir
İşte anayasa, yasalar, yönetmelikler vb. tüm bu karmaşıklığı, son derece basite indirgeyen ve öyle algılamamızı sağlayan hukuksal araçlardır aslında. Örneğin anayasa, ‘Türk milleti’ der, ‘toplum’ der, ‘yurttaş’ der. Kimdir bu millet? Toplum kimlerden oluşur?
Toplum dediğimiz, yukarıdaki niteliklerin/başkalıkların tamamıdır. Bunlar birbirine benzemeyen, kaygıları, özlemleri, karakterleri farklı milyonlarca insanı şu ya da bu gerekçeyle bir arada tanımlayan kavramlar.
Aralarında sözleşme olduğu varsayılan milyonlarca insanı, asıl olarak egemen sınıfın aracı olan hukuk kurallarıyla zapt-u rapt altına alıp yönetir devletler. Anayasayla onları adlandırır ve hem kendi aralarındaki hem de devletle ilişkilerini düzenleyen temel ilkeleri koyar. Yasalarla nasıl yaşamaları gerektiğini, örneğin seçim kanunlarıyla nasıl oy vermeleri ve neye ne ölçüde katılabileceklerini belirler.
İnsan, doğumundan itibaren her eylemi bağlı olduğu sistem tarafından yönlendirilen bir mahluktur. Söz konusu insanın, demokratik bir devlet sistemi içinde yaşayıp yaşamadığıysa, onun nefes alabileceği alanın sınırlarıyla ilgili bir konudur.
Yurttaşı güçlü olan devlet güçlüdür
Sistemin adının demokratik olması yetmez. O demokrasinin hangi standartta olduğudur yaşamsal olan. Ve o standardın, oyun alanını ne kadar genişletip konforlu hale getirdiği.
Tabii gelişmiş bir demokraside, yurttaş, oyun alanının sınır çizgilerinin belirlenmesinde de ‘olabildiğince’ yetki sahibidir. Gücü arttıkça, insansız var olamayacak devletin de gücü pekişir. Ezcümle, yurttaşı güçlü olan devlet güçlüdür.
Sosyalist blok devlet makinelerinin, bir iki yıl içinde nasıl darmadağın oluverdiğini izledik. Tabii burada bir yanılsama yaşamamalı. Klasik demokrasinin en gelişmiş olduğu ülkelerde de yurttaş, eninde sonunda, çizilen sınırlar içinde at oynatır. Buna mukabil, çizilmesine kısmen kendisinin de katkı yaptığı, daha ferah/esnek sınırlardır bunlar.
Türkiye’de temsil ve katılım sorunu, şu anda her anlamda sistemin temel açmazlarından biridir. Gerek Kürt sorunu bağlamında gerekse yurttaşın karar mekanizmaları karşısındaki konumu bağlamında.
Zaten Kürt siyasal hareketinin yerelleşmeye dair taleplerinin değeri de burada. Şu ana dek bunu anlatamamış olmaları başka konu. Ancak eşit yurttaş olma talebi ve tüm Türkiye’ye yönelik katılımı artıracak siyasetler, yalnızca Kürtleri değil ülkede yaşayan herkesi ilgilendiriyor.
Bu tartışmayı, daha önceki bir yazıda sarf ettiğim şu dileği yineleyerek, başka güne bırakayım: Her yer ‘forum’ olsun; olsun ki yurttaş olduğumuzu bilelim.
Gerekçe çaresizlik mi?
Yazının başlığındaki ‘tatava yapma’ sloganı, Türkiye’de yaşanan yakıcı temsil sorununun sonucudur. Slogan ilk kez dile getirildiğinde, sloganın sahiplerini apolitik olmakla itham edildiler. Oysa naçizane, son derece politik bir tavır olduğu kanısındayım.
‘Politik olan‘ ve ‘olmayan‘ konusu, siyaset biliminin en canlı tartışmalarından biri ve böyle bir yazıda değil tüketmek, konuya girmek dahi olanaksız. Benim boyumu posumu da aşar.
Belki şu kadarı not edilebilir: Apolitiklik tanımı kuşkusuz, bildiğimiz ‘politik olanlar’ üzerinden yapılır. Oysa sonsuz çeşitlilikteki insan ve yurttaş eylemi; bilinenin, ezberlenenin, alışılmış olanın dışında yeni politik alanlar yaratabilir.
‘Tatava yapma bas geç‘ gibi bir sloganın gerekçesi, belki ‘çaresizliktir.’ Sloganın sahipleri bu duyguyla hareket etmiş olabilir. Belki de fırsatçıydılar. Bilemiyorum. Buna mukabil, üzerinde kafa yorulması gereken son derece politik bir seçmen tavrı ve aynı zamanda seçim ilkesi olarak savunulabilecek bir yurttaş eylemi olduğunu düşünüyorum.
Sloganı çözümleyebilmek için, ‘tatava yapmak ne demektir?’ ve ‘bas geç önerisi ya da emrivakisi ne menem bir tavırdır?’ soruları üzerinde durulmalı. Tabii Türkiye koşulları, anayasası, seçim kanunları ve seçimler göz önünde bulundurularak.
Ancak mecburen ikinci yazıya kaldı. Tatava meselesine devam edeceğim…
Zorunlu ve hüzünlü not: YSK, 1950’de kuruldu. Batı demokrasilerinde ilk kez bir devlet, seçimlerin yönetim ve denetimini hakimlerden oluşan bir kurula bıraktı. Sistemimizin en değerli kurumlarındandır. Ancak YSK son zamanlarda berbat kararlar vermeye başladı. Tabii bilinen hukuk devleti açısından berbat; yoksa AKaP’nin anladığı, hukuk devletine uygun. Başbakan’ın istifa etmesine gerek olmadığına dair verdiği karar, ayıptır. Hakikaten ayıptır. YSK, bu kararıyla, adaylar arasında, seçim yarışında eşitlik ilkesini yok saymıştır. Bugünler geçer gider bir gün. YSK kendisine yazık etmiştir.