HÜRREM SÖNMEZ
Facebook sağolsun, geçen hafta bizim adımıza yaptığı ‘Şahane bir yıldı’ kolajı sayesinde, hep birlikte yılımızın aslında şahane olduğunu, sadece bizim bunu idrak edemediğimizi anlamış olduk.
Çocukken izlediğimiz Jetgiller Çizgi Filmine bakarak, büyüyünce belki bizim de evimizde robotlar olur diye düşünürdük ama, bu kadarını hayal edemezdik tabiİ, yani bizim yerimize ne hissettiğimize karar verecek robotlarımız olacağını. Facebooka cevabımız kısa oldu, ‘Şahane filan değildi’ diye peşi sıra küfür ekleyenlerimiz de olmuştur.
Babam 2014 yılında gitti, ardında kocaman bir boşluk bırakarak. Kocaman bir adamdı babam zaten. Giderken bana bir de saatini bıraktı. Çünkü hayatın garip, trajik oyunlarından biri gerçekleşti o giderken. Bana son sorusu buydu, “Saat kaç?”
“Saatim yok baba” dedim… Evet ben hiç saat takmam babamın tersine, sıkıntılı bir ilişkim vardır zamanla.
“Benim var” dedi, kolunu uzattı, baktım ve söyledim, tamam dedi usulca… Babam giderken doktorlar kolundaki saati bana verdi, yeryüzündeki son anlarına kadar asla çıkarmadığı saatiyle ayrıldım hastaneden.
Babamın takvimler ve saatlerle takıntılı bir ilişkisi vardı, her odaya bir takvim ve saat asacak kadar. Yılbaşı kavramı da çalıştığı şirketin bastırdığı o yılın yeni takvimini eve getirmekten ibaretti onun için.
Çocuktum, ben de severdim takvimleri. Manzaralarla meşguldüm daha çok. Babam getirir getirmez tek tek aylara bakmaya başlardım, kuşe kağıda baskı, karlarla kaplı Bolu Dağı manzarasıyla başlardı yıl genelde.
Benim doğduğum eylül ayına da Abant, Yedigöller filan çıkardı hep. O sene doğum günümün hangi güne denk geleceğine bakardım. 6’ncı doğum günüm 80 darbesinin ertesi gününe denk gelmişti mesela. Tabii bu takvimde yazmıyordu.
3 Temmuz’u 4’üne bağlayan gece gitti babam, sabaha karşı eve döndüğümüzde gözüme babamın duvardaki takvimi takıldı. Her sabah uyandığında görev gibi ilk iş yaprağını koparttığı takvim, 31 Mayıs’ta kalmıştı, hastalandığı günde.
Yıl bitti takvimleri duvardan indirip yenisini asma zamanı geldi. Babam artık yok. Benim kişisel takvimimde 2014 kederli bir yıl. Facebook yanılıyor.
‘Tekrarını göstermesin, beterinden saklasın’
Lâkin memleket için de takvimin sayfaları hiç hayırlı değil. Hani ülkenin bir facebook hesabı olsa o saçma ‘Şahane bir yıldı’ albümüne, ‘Tekrarını göstermesin, beterinden saklasın’ yazması gerekecek bir yılı bitirdik.
İlkokulda hayat bilgisi dersinde mevsimler tablosu yaptırırlardı bize. Sonbahara kuru yaprak yapıştırırdık, kışa pamuktan kar, mercimek fasülye filan… ‘Bazen neşe bazen keder hayat böyle geçip gider, tatlı günler acı günler bir yastıkta hep beraber’ şarkısını hâlâ söylediğimiz zamanlardı. Zira hayat hep öyle geçecek zannediyorduk, en fazla Yeşilçam filmleri kadar hüzünlü, geçmedi…
Her güne ayrı bir haksızlık, adaletsizlik düşüyor
Şimdi memleketin 2014 takviminden o çocukken hayat bilgisi dersinde yaptığımıza benzer bir kolaj yapmaya kalksak, her güne ayrı bir haksızlık, adaletsizlik düşüyor. Kederli yüzler kesip yapıştırıyoruz aylara. Takılıp kaldığımız, hayatın bir daha asla eskisi gibi olamadığı tarihler var o takvimde.
Roboski
Roboski halkı için zaman üç yıl once durdu mesela, 28 Aralık 2011’de kaldı Roboski halkının hafızası. O günden sonra bir nebze olsun yüreklerini soğutacak hiçbir şey eklenmedi üstüne.
Battaniyelere sarılı sıra sıra cesetlere baktığımız o günden sonra, sadece bir takipsizlik kararı tutuşturuldu savcılık tarafından elimize. Hiç kimse sorumlu tutulmadı, hiç kimse hesap vermedi. Evlatlarını yitiren Roboskili’lerin ocaklarına ateş düştü ama adalet yanlarından bile geçmedi. Ölülerini anmaya, hesabını sormaya kalkana her defasında saldırdı devlet aksine.
Evet, devletimiz hafıza ve hâtıra sevmez. Oysa Roboskili çocukların hafızası bir katliamla başlıyor artık, hepsinin ilk hâtırası müşterek bir acı.
Berkin…

(Fotoğraf: Mehmet Özdoğan / DHA)
Berkin Elvan’ın annesi için 11 Mart 2014’te durdu zaman.
Evladını kaybettiği gibi bir de meydanlarda yuhalatılan annenin yüzünü koyduk takvime, garip bir husumet güder gibi, akla geldikçe “Zaten ekmek almaya gitmiyordu” diye tekrarlanan isminin, kara gözlerinin altına Berkin’in.
Soma…
Soma’da da durdu zaman aslında. Hayat mayıstan önce ve mayıstan sonra diye ikiye bölündü kalan Somalılar için.
301 ölü madencinin ismi yazıyor takvimde, çizmeleri ambulansı kirletecek diye endişe eden madencinin, gaz sıkılan madenci yakınlarının resmi altında.
Uğur Kurt…

Fotoğraf: DHA
Uğur Kurt var bir sayfada Okmeydanı Cemevi’nin avlusunda yatıyor çünkü, hâlâ kimse tutuklu değil.
Ermenek…

Fotoğraf: DHA
Ermenek’li 18 madencinin ismini ve “Oğlum yüzme de bilmezdi” diyen madenci anasının her bir çizgi arasına keder oturmuş yüzünü silebilecek miyiz takvimden? Ya da ayakkabıları gazetelere manşet olan madenci babasını?
Devletimiz büyüktür, bir çift ayakkabı hediye etmişlerdir o babaya mutlaka evladının yerine.
Ali İsmail…

Fotoğraf: DHA
Ali İsmail’in annesi, esnaf polis bir olup gencecik bir çocuğu katledenlerin yargılandığı davada adalet yerini bulsun diye beklerken, katillerden hesap sormak yerine “Esnaf gerektiğinde polistir, askerdir” diyordu bir devlet büyüğü. Hatırladınız mı o günü? Takvim yaprağı arkasına işleyebiliriz ‘günün sözü’ diye, annenin ağaran saçlarının yanına.
Rüşvet… Torunlar… Kobanili çocuklar
Takipsizlik kararı verilip kapatılan rüşvet skandalları, Torunlar İnşaat’ın asansörüne gömülen 10 işçi, rant düzenine her gün gün kurban verilen yüzlercesi.
Şengalli ihtiyarların iki büklüm bedenleri, Kobanili çocukların gözleri…
Ve dahası…
Öyle kalabalıktı ki 2014’ün acılar ve adaletsizlikler ajandası, kare kare fotoğraflar kazındı zihnimize. Öldürülenler, göç edenler, iş cinayetlerine kurban verilenler, adalet bekleyenler, tecavüz edilen kadınlar, köle pazarında satılanlar..
Ve tabi elbette ardı arkası kesilmeyen yüksek makamlardan açıklamalar. Yabancısı olmadığımız bir duyguyu, çok daha ağırından, her gün azalan bir nefes gibi yaşayarak geçti 2014. ‘Neredesin be adalet’ diye diye. Vakitsiz ve sırasız ölümler sıraladık takvimlere.
Babam giderken bana bir saat bıraktı. Belki de son bir nasihat olarak, şimdi evimde bir kutuda duruyor, ara sıra açıp bakıyorum, ‘zamanın ruhu’ üstüne düşünüyorum. Tarihi gerçekten ‘kötüler’ mi yazıyor yoksa belleğin insanın insana ettiklerini anlatan mücadelesi mi?
Bunca şey olurken biz nasıl devam edeceğiz bu hayata, bugünleri nasıl anlatacağız gelecekte diye düşünüyorum, tabii görürsek.
‘Biz sadece hatırlamaya, yapılanları unutmamaya çalıştık’ mı diyeceğiz bir gün anlatma sıramız geldiğinde, ‘Tanık ağaçlar gibi yaşadık biz o günleri’ mi diyeceğiz.