
MURAT SEVİNÇ
Parti-devlet rejiminde, birden çok partinin koalisyonu ve nihai karar verici konumdaki bir kişinin arzularıyla yönetiliyoruz. Sistemin nasıl işlediği malum, o işleyişin ‘günümüzde’ vardığı yeri otoriterlik terimiyle karşılamanın güçleştiği kanısındayım. İçinde bulunduğumuz aşamaya hangi kavramların uygun kaçacağını, ‘ileri demokrasiden’ kaynaklanan endişelerim nedeniyle açıkça dile getirmekte zorlanıyorum.
Söz konusu zorlanmanın, siyasal rejimin niteliği konusunda fikir verdiğini düşünüyorum ve kuşkusuz ruh halim dışındaki muhtelif somut olgular da bu yargıya ulaşmama yardım ediyor. Bazı şeylerin henüz gerçekleşmemiş oluşu, onların gerçekleşme potansiyelini ve o potansiyelin niteliğini ihmal etmeye neden olmamalı. Bugün, şu saatte, okuduğunuz satırları yazabiliyorum, doğru, ancak, diyelim çok saçma bir şey olsa ve yarın tüm internet medyası yazarları şu ya da bu gerekçeyle gözaltına alınsa, uzun süre bir iddianame vs. olmaksızın tutulsa, ülkede herhangi bir şey değişmeyeceğini, ciddi bir gündem maddesi olmayacağını tahmin ediyorum, örneğin. Yandaş medya ‘hainler tutuklandı’ yazar, muhalefet partileri ‘geliyor gelmekte olan merak etmeyin’ der, kamuoyunda biraz dedikodusu yapılır, ‘sonumuz hayrolsun’ dilekleri işitilir, yatırımcı ve çalışanlar döviz kuru ve borsaya dikkat kesilir, sosyal medyada bir gün TT olur, vesaire…
Rejim bir günde bu hale gelmedi. Yinelemekte yarar var, bunca zaman yöneten hiçbir parti-idare ‘hep aynıydı’ kolaycılığıyla ele alınmamalı. AKP’nin de, diğer partiler-hareketler gibi, dönemleri oldu. Bir tarihten sonra, İslamcılık cilası biraz kazındığında görünür hale gelen Türkçülükle yol almaya başladı ve giderek el artırdı. 2015 seçiminin ardından, MHP ve sol terimlerle ülkücülük yapan ulusalcıların elini tuttuğu andan itibaren başka bir şansı kalmadı.
Fakat bu zaman zarfında, geçmiş yirmi yılda, bazı şeyler değişmedi. Değişmeyenlerden özellikle ikisinin çok belirgin olduğu kanısındayım.
Biri, siyasal İslamcı ideoloji, bir başka söyleyişle ‘ağzı dualı neoliberalizm‘. AKP ilk günden itibaren İslamcı ideolojiye gönül verenlerin, Necip Fazıl’ın rahlesinden geçmişlerin, diğer ittifaklarını dönemsel kuranların partisi. Söz konusu tanımda hem ‘neoliberal’, hem ‘ağzı dualı’ oluşu önemli. İlk yıllarda özellikle dincilik konusu görmezden gelindi, gömlek değiştirdikleri düşünüldü, oysa ikisi her zaman, bir gün biri bir gün diğeri öne çıkarılarak bir aradaydı. Örneğin ihale yasası değişikliklerinin hız kazanmasıyla zinayı suç haline getirmeyi hedefleyen girişimler, AKP’nin yere göğe konulamadığı dönemin (2004) işleriydi, ha keza, ‘hızlandırılmış’ tren kazası da. AKP’nin günümüzdeki hali, bana kalırsa ideolojisine en yakışan hal, geçmişte büründükleri üzerine oturmuyor, emanet duruyordu. Neyse ki AKP siyasal İslamcı ideolojinin de sonunu getirdi, her şey bir yana böyle büyük bir yararı, hizmeti oldu ülkeye.
AKP ve AKP’lilerin ilk günden itibaren değişmeyen bir diğer niteliği ise siyasal/idari/cezai sorumsuzlukları. Yirmi yıldır ülkedeki hiçbir olumsuzluğun, kötüye gitmiş herhangi bir gelişmenin sorumluluğunu kabul etmemiş olmalarını, Türkiye’de siyasetçiler için kullanılagelen alışıldık sıfatlarla adlandırmak güç.
Yönetenlerin, çevrelerindeki hale ve sempatizanlarının, eylemlerinin yol açtığı açmazların sorumluluğunu kabul etmemesi, hiçbir zaman, hiçbir koşulda özeleştiri yapmaması ve bedel ödemeyişi, sanırım birkaç ‘durumun’ bir araya gelebilmesiyle mümkün oldu, oluyor. Siyasetçinin sorumluluk taşıması ile siyasetçiden hesap sorulabilmesi arasında yakın ilişki var. Kendisinden hesap sorulmayacağını bilen bir insanın, neden olduklarının sorumluluğunu taşımasını beklemek gerçekçi değil. Haliyle, konunun bir yanı yine dönüp dolaşıp ‘cezasızlık’ felaketine dayanıyor.
Cezasızlığın kural haline gelişi, ancak toplumsal düzeyde bir kabullenme, peşi sıra, tepkisizlikle mümkün. Tepkisizlik ise diğer her şey gibi öğrenilen bir davranış ve söz konusu öğrenim sürecinde en etkili yollardan biri gerçeğin tahrif edilmesi, kamuoyunun serbestçe oluşmasının çeşitli yöntemlerle engellenmesi. Doğru bilgilendirilmemiş, yalana maruz kalmış ya da olanın yalnızca bir kesitinin sergilendiği insanların, yaşananların gerçek niteliğini ve gidişatın asıl sorumlularını layıkıyla kavraması mümkün olamıyor.
Dolayısıyla, düşünce özgürlüğünün mütemmim cüzü olan basın özgürlüğü son derece hayati ve Türkiye’deki hali meydanda. Birkaç gün önce Saray sözcüsü beyefendi, karşısına uzun yıllar sonra ilk kez can sıkıcı sorular yönelten bir (yabancı) gazeteci oturunca sinirlendi ve söyleşi bir anda ‘hiç‘ oldu, o ‘demokratik’ ânı seyretmişsinizdir. Bu vahamete bir de cılız demokratik kurum ve gelenekleri, hukukun temel ilkeleriyle bağı iyice zayıflamış yargıyı, güvenlik devleti araçlarının hukuk tanımaz kullanımını ve kamu kaynaklarının kullanımındaki dizginsizliği eklediğinizde… ortaya çıkan manzara pek parlak olmuyor.
2004’te ‘hızlandırılmış tren’ kazasıyla başlayan hesap vermeme eğilimi, yıllar içinde giderek pekişti ve işin sonu buraya vardı. Yeni rejimin alametlerinden biri, kendi kaderini ülkeninki ile bir sayan lider ideolojisi ve böyle bir özdeşlikten siyasal sorumluluk beklemek abes kaçar kuşkusuz. İktidar ülke içinde, eğer koşullar ve konu uygunsa ülke dışında ‘sorumluları’ işaret etti bugüne dek ve zaman içinde dostlar, müttefikler, düşmanlar, itham edilenler ve sorumlular sürekli değişkenlik gösterdi.
Barış süreci gerekliydi, barış süreci gereksiz ve hatta tehlikeliydi; HDP ile diyalog geliştirilmeliydi, kesinlikle dışlanmalıydı; darbe girişiminin arkasında ABD ve BAE vardı, siyasette küslük olmazdı; Esat düşmandı, Esat’la da görüşülebilirdi; Sisi darbeciydi, Sisi ile diplomatik bağ kurulmalıydı; Rusya ayağını denk alsın idi, Rusya ile tarihsel ve güncel bağlarımız vardı; ABD emperyalistti ve darbeyi destekledi, ABD müttefikimizdi; İsrail yardım gemisine saldırdı, yardım gemisi oraya giderken kime sordu, vs… 180 derece fikir ve eylem değişikliklerinin hiç birinde duraksamadılar ve ne kendileri ne seçmenleri bu durumda büyük bir sorun gördü. Keskin dönüşlerin yükünü taşımayanlar, ülkeye, yurttaşa çıkarılan yüksek maliyeti umursamadı. Umursamasını sağlayacak bir kamuoyu baskısıyla karşılaşmadı, üstelik seçmen desteğini büyük ölçüde korumayı başardı.
Hiçbir iktidar bedel ödemek, hatasını kabul etmek, olumsuz sonuçların sorumluluğunu almak istemez kolay kolay. Demokratik teamüllerin, doğru dürüst bir yargının ve siyasal denetim yollarının varlığı bu nedenle önemli. Buna mukabil hâlihazırdaki iktidar bizim tarihimiz için dahi özgün. Dile kolay, 20 yıldır az çok iyi olan ne varsa sahiplenip, olumsuz tek bir gelişmenin sorumluluğunu almamak, kazaları fıtrat ve kadere, pahalılığı marketlere, enflasyonu lobilere, tüm başarısızlıkları muhayyel ‘iç ve dış güçlere’ yıkmak ve bu akıl fikir almaz tutumu seçmenine -türlü imkân ve ayrıcalıklar tanıyarak- kabul ettirebilmek, hakikaten takdire şayan.
Not: Başlığı anlamama ihtimali olan genç okur için. Neşeli Günler filminden.
Açıklama: Muhalefetin anayasa değişikliği önerisini değerlendirdiğim bir önceki yazıda birbiriyle ilgisiz pek çok şeyin karmaşık bir düzende bir arada bulunduğu bir yeri anlatabilmek için ‘çıfıt çarşısı‘ deyimini kullandım. Yazı yayınlandıktan bir süre sonra, sağolsun, Aydın Selcen beni bu deyimin nasıl kullanıldığına dair uyardı. İtiraf etmeliyim, çıfıt çarşısının Yahudileri aşağılamak için kullanıldığını bilmiyordum. Kuşkusuz, bilmeliydim. Bunun üzerine Diken’e değiştirmeleri için rica edip yerine ‘salı pazarı’ yazdım. Bu notu, bilmeden kullanan başkaları varsa öğrenmeleri için yazmak istedim.