MURAT SEVİNÇ
Tüm dünyayı ve dünya üzerindeki her bir sistem tartışmasını bilmediğim için, ‘Dünyanın neresinde olur böyle bir şey?’ diyemem. Buna mukabil şu kadarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Parlamenter sistemin başbakanının başkanlık sistemini savunduğu bir memleketin yurttaşı olmak, hayli özgün bir durum!
Başbakan başkanlık sistemini savunur, devlet başkanı halihazırdaki anayasal sistemi buzdolabına kaldırdığını iddia eder, devlet yurdun bir bölümünde OHAL dahi ilan etmeden OHAL’den çok daha ağır uygulamalar sergilerken, basının neredeyse tümü ‘resmi gazete’ye dönüşmüş ve kan gözdeyi götürüyorken, bir kesim yurttaş ve arsız kalem sahipleri hala ‘şu Kürtler’in ne istediğini’ anlamakta zorluk çekiyor.
Öyle ise, bir kez daha: Kürtler, insan gibi yaşamak istiyor.
Okuduğunuz yazıyı burada bitirmek mümkün aslında. Ancak daha başlangıçta, ilk cümleyi okur okumaz, ‘Ne ilgisi var, hendek kazarak mı insan gibi yaşayacak?’ sorusunu yöneltenler olacak. Bu nedenle, yazı mecburen uzuyor…
Kürtler, eşit yurttaş olmak istiyor. İnsan gibi yaşamaktan anladığı, eşit yurttaşlık. Aynen Türkler ve diğerleri gibi. Bu nedenle, Türklerin ‘ana karnına düşmek’le kazandıkları, ancak kendilerine yaklaşık 80 yıl tanınmamış bazı ‘temel haklar’ı talep ediyor.
Dolayısıyla Kürtler, Türklerden bahşiş istemiyor. Kürtler, Türklerin kendilerine bir şey sunmalarını değil, Türkler ve diğeriyle birlikte ortak bir gelecek kurmak ve bunun için ‘müzakere’ etmek istiyor. Nicedir, sorunları ‘müzakere’yle çözmek için elinden geleni yapıyor. Parlamenter siyasetten yana olduğunu gösterip TBMM’ye yüksek sayıda vekil sokmaya çalışıyor. Bunu başardığında, Kürt olmayan seçmeniyle birlikte her türlü hakarete maruz kalıyor ve baraj altında kalsın diye resmen yeni bir seçime zorlanıyor. Partileri, dört bir koldan yok edilmeye çalışılıyor.
Gözümüzün önünde oluyor her şey. Havuz medyası ve Hürriyet gazetesinin ‘dönme acıları çeken’ perişan kalemleri dışında, hele ki 7 Haziran’dan bugüne, herkes görüyor olup biteni. Her şeyi. Kuşkusuz ‘görmek’, yalnızca fiziksel bir yeti değil, istek, nitelik ve ahlak gerektiriyor.
Demek ki Kürtler, her insan gibi ‘onurlu’ bir yaşam istiyor. Kürtler, ölmek istemiyor. Kürtler, tanışları, eş dostları, evlatları daha fazla ‘dağda’ kalsın istemiyor. Sevdiklerinin cenazelerine saygı duyulsun istiyor. Ölüleri üzerinde tepişilmesin, araçlara bağlanıp sürüklenmesin, şu aralar toprağa vermekte dahi zorlandıkları cenazelerinin, ‘insan’ olduğu kabullenilsin istiyor.
Kürtler, akıl/ahlak/hukuk dışı davalar yoluyla süründürülmek istemiyor.
Kürtler, kendilerine yapılan haksızlıkların bir yaptırımı olsun, suçlular cezalandırılsın istiyor. Roboski/Uludere’de devletin savaş uçağı tarafından katledilen insanların hesabı sorulsun, hiç olmazsa bir kişi istifa etsin, hiç olmazsa bir kişi cezalandırılsın istiyor. Kürtler, o 34 kişinin yok edilmesinin hiç olmazsa tek bir sorumlusu olsun istiyor. Suruç’ta katledilen insanların, parçalanan gencecik insanların katillerinin açıklanmasını istiyor. Ankara’da katledilenlerin katillerinin açıklanmasını istiyor. Kürtler, adları ‘kokteyl eylem’ zırvalarıyla anılmasın istiyor.
Kürtler, bir genel seçimde bütün devlet güçleri hep bir elden, kendilerini 12 Eylül faşizminin seçim barajı altında bırakmak için yüz kızartıcı bir çaba içine girmesin istiyor. Muhataplarının arada bir de olsa ‘yüzleri kızarsın’ istiyor. Kabul etmek gerekir ki en olmayacak istekleri de bu!
Kürtler, sokağa çıkma yasaklarına muhatap olmak istemiyor. Yaşadıkları ilçede sokağa çıkıp ekmek almak istiyor. Kürtler, sokağa çıkan yaşlı ve çocukları vurulmasın istiyor. Üç aylık güzelim bir bebek, o güzelim gözünün altından vurulup öldürülmesin istiyor. Bir kadın yolda vurulup günlerce asfalt üzerinde yatmasın, hiç olmazsa cenazesi alınabilsin istiyor.
Kürtler, cenazelerini buzdolabında saklamak zorunda kalmak istemiyor. Buzdolabındaki çocuk cenazesinin başında ağıt yakmak istemiyor.
Kürtler, ‘söz konusu Kürtler olduğunda’ memleketin en aklı başında görünen insanlarının dahi söze “Ama Kürtler de…” diye başlamasından yorgun. Ve adlarının başında o ‘ama’yı görmek istemiyor.
Kürtler, anayasanın/hukukun askıya alındığı ve onlarca yolsuzluk soruşturmasının kör parmağım gözüne utanmazlığıyla kapatıldığı bir memlekette, her söze “Ama onlar da…” ifadesiyle başlanmasından nefret ediyor. Gezi’de, Ankara ve İstanbul’da barikatlar önünde hatıra pozu veren şehirlilerin, sıra Diyarbakır’a geldiğinde sabah akşam hendeklerden söz eder hale gelmesini duymak istemiyorlar. Kürtler, Gezi esnasında devletin hiçbir değerlendirmesine, TV’lerin hiçbir yayınına itibar etmeyen ve onlara ‘Penguen medyası’ lakabını uygun gören yurttaş kesimlerinin, aynı devletin Cizre’den verdiği ‘havadis’e böylesine iştahla itibar etmesine tepki gösteriyor. Ancak elbette, şaşırmıyor.
Kürtler Cumhuriyet tarihi boyunca verdikleri kimlik/varlık mücadelesinin karşılığını görmek istiyor. ‘Var olduklarını’ dahi kanıtlamak zorunda kaldıkları, ‘artık’ anlaşılsın istiyor.
Kürtler, “Benim de Kürt arkadaşlarım var” ya da “Özal da Kürt değil miydi?” sersemliklerinden bıkkın ve benim bir Kürt arkadaşımın olup olmadığını hiç merak etmiyor. Bize, nesli tükenen kaplumbağa değil, insan ve eşit yurttaş olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Kürtler, 1994 Mart ayında yani neredeyse 22 yıl önce muhatap kaldıkları ‘TBMM linçi’nin bir kez daha gündeme gelmesini istemiyor. Bunca yıl sonra, devletin aynı refleksleri sergilemesine ve herkesin her platformda tartışabildiği konuların soruşturma konusu yapılmasına tepki gösteriyor.
Kürtler, aynen Türkler gibi, anadillerinde eğitim almak istiyor. Türklerin dillendirmeyi çok sevdiği, “Yav artık TRT şeş bile var” kibrinden rahatsızlık duyuyor.
Kürtler, özyönetim dedikleri ve anladığım kadarıyla ‘bölgeli devlet’e denk düşen idari yapıyı, ayrılmak için değil, belli ki birlikte yaşamak için savunuyor. Batı demokrasilerinde Türkiye’ye benzer tek bir idari yapı kalmamışken ve her bir devlet, yurttaşını yönetime katmak için muhtelif yöntemler geliştiriyorken bu son derece ‘Batılı’ önerilerinin ‘bölücülük’ olarak değerlendirilmesini istemiyorlar. Kürtler, kendilerinin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde belli kamu hizmetleri konusunda kendileri karar vermek istiyor. Bunu yalnızca Kürtler için değil, tüm Türkiye için öneriyor. Buna mukabil, derdini anlatamıyor Kürtler. Çünkü şu koşullarda ‘anlatmak’ için gerekli araçlardan yoksunlar ve ne yazık ki Kürt siyasetçiler, çok uzun süre ‘anlatmayı’ denemedi!
Kürtler, basının ve sosyal medyanın ırkçı diline muhatap olmak istemiyor. Hepsini toplasan bir adam etmeyecek havuz tetikçileri tarafından her Allah’ın günü edepsiz bir üslupla hedef gösterilmek istemiyor.
Kürtler, kendileri söz konusu olduğunda bir anda hırçınlaşan o kibirli sesi duymak istemiyor. Eşit olmanın, müzakerede de eşitlik gerektirdiğini anlatmaya çalışıyor. Kürtler, her Kürdün aynı kefeye konulmasını da istemiyor. Ve inatla, her bir Kürdün, hak sahibi eşit yurttaş/birey olduğunu duyurmaya çalışıyor, memleketin geri kalanına.
Kürtler, bu kadar yıl sonra, bu denli çileden sonra, bu denli kayıptan sonra dahi, hala ‘Ne istiyorlar?’ sorusunu sorabilen sahtekârlarla aynı toprakta yaşamaya çalışıyor.
Kürtler…
Son derece basit bir soruydu: ‘Kupon araziler dahil her şeyi kontrol etmek isteyen bir siyasi iradeyle yerelleşme nasıl sağlanacak?’ Bu soruyu yöneltenlere “Çözüm sürecini baltalıyorsunuz” ve benzeri faşizan yanıtlar veren siyasetçilerin ve Kürtlerden daha Kürt olmaya gayret eden akademik/yazar çetelerinin, olup bitende payı var kuşkusuz. Yıllarca iktidar sahiplerinin hacetinde boncuk aramak yerine, yeni bir idari yapının Türkiye için ne denli gerekli olduğu anlatılabilir, çok daha anlamlı ve verimli tartışmalar yürütülebilirdi. Olmadı.
Uzun yılların boşa harcandığı kanısındayım. Bunu defalarca yazdım. Başkaları da yazdı. Türkiyeli Kürt ve Türk siyasetçiler, yıllardır yurttaşa hiçbir şey anlatmadı, her işi kapalı kapılar arkasında halletmeye çalıştı. Adını ‘çözüm süreci’ koydukları bir ‘aşamada’ ne olup bittiğini, kendileri dışında hemen hiç kimse bilemedi ve anlayamadı. Böylesi süreçlerin belli ölçüde gizlilik ve yoğun diplomasi gerektirdiği herkesin malumu. Buna mukabil yurttaşın bu ölçüde dışarıda bırakılmasının akıl alır yanı olmadığı da, konu üzerine iki satır çalışmış olanlarca biliniyor. Katılımcı bir sistemin, kurulma aşaması da katılımcı olmak zorunda. Anlatılamadı.
Hiç kimseye hiçbir şeyin açıklanmadığı, yurttaşın adam yerine konulmadığı bir toprakta, Kürtler özyönetim ilan ettiklerini duyuruyor. Kürt nüfusun dahi özyönetimin ne olduğunu bildiğinden emin değilim. Oysa Kürtler ve HDP, aslında son derece ‘modern’ bir yapıdan söz ediyor. Halihazırdaki Batı demokrasilerinin tümünde belli ölçülerde uygulanan ‘yönetime katılım’ yolları var. Kürtlerin önerisi de söz konusu yöntemlere denk düşüyor. Adı ister özyönetim, ister federalizm, ister bölgeli devlet, isterse güçlendirilmiş yerel yönetim olsun, çıktığı kapı aynı: Artık hiçbir demokratik sistemde kabul edilemez olan katı üniter yapının reddi.
Herhalde Kürtler de özyönetim ilan ettiklerinde, şu anki Türkiye hukuk sistemi içinde özyönetimin mümkün olmadığını bu satırların yazarı kadar biliyor. Ancak orta zekâlı ve olup biteni dürüstçe değerlendirebilen herkes, ‘yasalara aykırı’ söz konusu ilanın, ‘Artık bir şey olsun’ tepki ve dileğinden kaynaklandığının da farkında. Kürtler, artık bir şeyler değişsin, bir şey olsun istiyor. TRT şeş dışında bir şey… Anlamak bu kadar mı güç?
İlanın ‘yasa dışılığı’ meselesine gelince. Eğer Türkiye bir hukuk devleti olsaydı, tartışırdım. Ama değil. Bu satırlar yazılırken devlet başkanı, HDP eş başkanlarının ‘hak ettiklerini alacaklarını’ ifade ediyordu. Parlamenter sistemin yansız, sembolik devlet başkanı sıfatıyla! Böyle bir memlekette, özyönetim ilanının yasalara aykırılığını da bir zahmet TV Zihni Sinirleri tartışsın.
Her neyse… Türkiye’nin, 200 yıldır olduğu gibi çağdaşlarını takip ederek er ya da geç yeni ve çok daha demokratik/katılımcı bir yönetim biçimine geçeceği kanısındayım. Yeni bir idari yapı yalnızca Kürtleri değil, insan gibi yaşamak isteyen, ‘Benim de sözüm var’ diyen her bir yurttaşı ilgilendiriyor. Batı, HDP’nin bazı önerilerinin kendi lehine de olduğunu, bölünme anlamına gelmediğini, kimsenin ‘bölmek’ istemediğini, eninde sonunda anlayacak. Yeter ki anlatılsın!
Güzel, mutlu, sağlıklı ve insanların onurlu yaşamlarının sonunda ecelleriyle ölebildiği, cenazelerini olması gerektiği gibi toprağa verebildiği bir yıl dilerim…
ODTÜ Notu: Ankara’da yaşayan birinden, özetle ODTÜ meselesi: 1. Yönetimi ele geçirilmemiş nadir kurumlardan biri ODTÜ. Olup bitenler ideolojik mücadelenin bir yansıması. 2. Çok büyük, ormanlık bir arazisi (Eymir Gölü dahil) var ve ihalecilerin salyası akıyor. Mesele bunlardan ibaret. Tanık olduğunuz tartışmanın geri kalanı, külliyen zırva. Haberiniz olsun…
CHP Notu: Sezgin Tanrıkulu CHP genel başkanı mı oldu? Kılıçdaroğlu nerede, haberi olan var mı?