Arap isyanlarının akabinde, Türkiye’nin dış politikası hızla ideolojik takıntıların, yanlış hesapların girdabına kapılarak rotasını şaşırdı.
Beşar Esad’ın devrilmesi uğruna sınırları kevgire çeviren, Türkiye’yi dış politikasının fıtratında yer almayan mezhepçilik belasının etkilerine açık hale getiren bu tutum, sonunda ülkenin elini zayıflattı. Ardından PYD’ye aşırı odaklanılarak dosta düşmana Türkiye’nin yumuşak karnı da gösterildi. Bu konu üzerinden de ABD ile hatta giderek Rusya ile ters düşüldü.
Bugünkü tabloda asıl sıkıntı, Türkiye’ye yeni bir yön verme imkânı bulunamamasıdır. Özerk bir hareket alanı istenmektedir ama bunu gerçekleştirecek kadar güç yoktur. İç politikaya fena halde ipotek edilmiş dış politika, üslubun bozulmasına ve giderek tüm müttefiklerle ilişkilerin sarsılmasına yol açıyor. Türkiye her şeyden önce yeniden diplomatik dil kullanmayı hatırlamak zorundadır.
Washington Türkiye’nin ne ölçüde NATO ortağı olduğunu sorgularken, AB üyelik süreci de zaten cenaze namazının kılınmasını bekliyor. İktidarın gitmeyi tercih edebileceği yerlerde de Türkiye’nin âli çıkarlarına hizmet edecek bir güç kaynağı, stratejik enerji yok. Rusya ise eşit bir ortaklık kurma peşinde değil.