
MURAT SEVİNÇ
Yıllar önce bisikletle gezerken Bafa Gölü kıyısında pansiyonunda kaldığım ve arkadaşlığını her zaman çok sevdiğim biri, sohbet sırasında Genç Parti’ye oy vereceğini söyleyince şaşırmış, gerekçesini sormuştum. “Abi, hayatımda en önemli şeyler, karım, çocuğum ve mazot, adam mazotu 1 lira yapacağım diyor, ben de ona vereceğim” diye yanıt vermişti. Kendisi ‘küçük’ girişimciydi! Bir de ‘büyükler’in halini düşünelim.
‘Hukuksuzluk’ serzenişiyla komşu inşaatın bahçesine, mensup olduğu tabakanın kremasını akıtmak pahasına dalıveren Eczacıbaşı (Türkiye’de hukuksuzluk olma ihtimalini fark etmesi hiç kuşkusuz önemli bir gelişme!), şirketlerinin kâr oranlarını mı düşünür öncelikle, yoksa memleket demokrasisinin gelişmişlik seviyesini mi?
Ya, ‘Damat’ın ekonomiye büyük katkısını kameralar önünde övme telaşındayken rüzgârda savrulan saçlarını kontrol etmekte zorlanan Sabancı familyasının kadın üyesi, vergi affı ve türlü mali avantajlar gündemdeyken, örneğin Osman Kavala’ya yapılanları umursar mı?
Peki, Bodrum’un cennet koylarından birinde, memleket liberalizminin tipik temsilcilerinden bir sevimsizle birlikte devasa inşaata girişecek Ağaoğlu için, yönetildiğimiz rejimin, panzer altında ezilen çocuğun, bilmem kaç kişinin işsiz kalışının, cezaevindeki insanların bir önemi var mı?
Ekonomik/siyasal ‘istikrar’ yalnızca demokrasiyle değil, tarihte örnekleri görüldüğü üzere faşizmle de pekâla sağlanabiliyor. Sermayedar kâr ister, başka tasası yoktur; ola ki farklı kaygıları ve ülkeye dair toplumcul özlemleri varsa bir sermaye sahibinin, cezaevine girme ihtimali hiç uzak değildir!
Bir patron için kârını hangi siyasi/hukuksal rejim altında artıracağının, gerekli vergi indirimini Ali’nin mi yoksa Veli’nin mi sağlayacağının önemi var mı?
Türkiye burjuvazisi (Müslüman olmayanlar yok edilip mallarına çökülünce geriye kalanlar) devlet destek ve teşvikiyle palazlandı ve Batı’daki çağdaşlarının tarihsel birikimine sahip olmadığı için her zaman asalaktı. Devletten yararlanabildiği ve onu şu ya da bu ölçüde etkileyebildiği ölçüde semirebildi.
Türkiye’de gerçekleşen askeri darbelerin ve sonrasındaki anayasal düzenlemelerin nedenlerinden biri de (bana kalırsa en önemlisi) ‘sınıf mücadelesi‘nde varılan yer, Türkiye kapitalizminin niteliğidir. Cumhuriyet’i kuranlar da biliyordu elbet, ‘imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle’ olmadığımızı. Çok partili yaşamdaki parti mücadelesi, yalnızca siyasi çizgi ve geleneklerin değil, temsil edilen sınıfsal aidiyetlerin çatışmasıydı. Bu ‘somut gerçek’ görmezden gelindiğinde geriye ‘iyi ve kötü askerler’, ‘mülayim ve sinirli siyasetçiler’, ‘kurallara uyan ve uymayan bürokratlar’ gibi, olup biteni açıklamaktan uzak ‘karşıtlıklar’ kalır elimizde.
12 Eylül darbesi, sermayenin karşı saldırısıydı. Saldırılan, 1961 Anayasası’yla tanınan hak ve özgürlükler demetiydi. Bu yargı, 12 Eylül 1980 öncesinde yönetimden, yöneticilerden ve şiddetten kaynaklı sorunlar yoktu, anlamına gelmiyor. Ülkeyi yaşanmaz hale getiren gelişmelerin kökeninde, sınıf mücadelesinde konumları zedelenenlerin öfkesi ve geleceğe yönelik talepleri vardı.
‘Karşı saldırı’ ifadesini Korkut Boratav Hoca’nın ‘Türkiye İktisat Tarihi / 1908-1985’ adlı kitabından borç alıyorum ((Gerçek Yayınevi, 1988) ve kitabın 119’uncu sayfasından itibaren anlatılan (1980-1985 arası) gelişmelerden bazı alıntılar yapacağım.
1960 darbesi, burjuvazinin bir kanadının diğerinden aldığı rövanştı. 1950’lerin sonlarına gelindiğinde muhalefetin memnuniyetsizliğinin çok sayıda haklı nedeni vardı. Bunlardan birinin de gelir durumu göreli bozulan grupların başında gelen memurlar (yani, subaylar da!) olduğu ihmal edilmemeli. Bülent Tanör’ün ‘İki Anayasa / 1961-1982’ adlı kitabında referans verdiği emekli general Fahri Belen’in sözleri şöyle: “Ordu efradının eski kışlalardaki hayatıyla, iktisadi devlet teşekküllerindeki lüks hayat bir tezat teşkil ediyordu. Emeklilik durumu da orduyu endişeye düşürüyordu. Maişet derdiyle gece şoförlük ve buna benzer işler yapan subaylar vardı.”
Ha keza, 27 Mayıs’ın ardından Cemal Gürsel de -kendisi rahatsız olduğu için Fahri Özdilek tarafından okunan- Kurucu Meclis’i açış nutkunda ekonomi/zenginleşme konusuna da yer ayırmıştır: “…memleket birtakım maceracı ve tecrübesiz ellerde, maddeten ve mânen perişanlığa doğru sürüklenmiştir… doymak bilmeyen ahlaksız maddecilerin, millet zararına süratle milyonlar kazanmasına adeta yardım edilmiştir… bir taraftan da milleti 19 milyar borca sürükleyen kalkınma edebiyatı ile…”
27 Mayıs ya da herhangi bir darbenin salt ekonomik-sosyal etmenlerle açıklanamayacağını, siyasi düzlemdeki çelişkilerin özgül yanları olduğunu ve her birinin iç içe geçtiğini; buna mukabil sermayedar tavrı ve burjuvazinin iç çekişmelerinin gelişmelerdeki payının görmezden gelinmemesi gerektiğini, anlatmaya çalışıyorum.
Burjuvazi deyip geçmeyin, daha 1962 sonunda Vehbi Koç’un İsmet İnönü’ye genel başkanlıktan çekilme telkininde bulunabilmesi, ne kadar ilginç değil mi! Can Dündar’ın, 1961-76 arası mektuplarını yayınladığı çalışmasındaki (YKY, 2008) 12 Aralık 1961 tarihli mektupta Vehbi Koç CHP kurultayından iki gün önce İnönü’ye artık yorulduğunu hatırlattığı yetmezmiş gibi iki satırlık ayrılık konuşması metni de öneriyor: “’Yaşlandım, yoruldum. İçinizden bir genel başkan seçiniz. Ben bu Parti’nin fahri genel başkanı olarak başbakanlığa edeyim. Yine ölünceye dek içinizdeyim’ şeklinde bir beyanda bulunmayı uygun görürseniz, bunun… iyi bir tesir yapacağına kaniim.” Genç okura o mektupları okumasını öneririm; sermeyenin sol/komünizm korkusunu, sağ parti/Demirel yandaşlığını, işçi eylemlerine ve ücretlere yönelik dönük tepkisini okuduklarında, burjuvazinin kumaşını kavramaları daha kolay olabilir.
1961 Anayasası, başta ‘sosyal haklar’ olmak üzere dört başı mamur hak ve özgürlükler sistemine yer veriyordu ve bu niteliği, ilk yıllarda sağ partiler ve sermayedârı çok rahatsız etmemişti. Türkiye sağının baş ideologlarından Celal Bayar’ın ‘millî iradeciliği’ ve oradan kaynaklanan ‘millî iradeye getirilen ortaklar’ hakkındaki görüşlerini birkaç yazı önce özetlemeye çalışmıştım. Buna mukabil Bayar ve AP’liler, başlangıçta 1961 Anayasası’nın demokratik niteliklerine/yüzüne sahip çıkar görünmüştür. Ekonomik ve siyasal sorunlar baş gösterdiğinde ise yorumları değişir. Dönemin sonuna doğru Bayar, anayasanın ‘otorite’ bırakmadığını ve ‘perişanlığın’ nedeni olduğunu dile getirmeye başlamış, özgürlükleri ‘laubali’ bulup ‘özgürlük azgınlığı‘ndan şikâyet eder olmuştu. Bayar, ‘grev hakkı’ için ‘yasal bir zorbalık’ derken dönem sermayedarının duygularına da tercüman oluyordu tabii (Bayar’ın 1970’lerin sonuna doğru giderek sertleşen anayasa ve siyasi rejim değerlendirmelerini, İsmet Bozdağ’ın ‘Atatürk’ün Metodolojisi ve Günümüz’ adlı derlemesinde -Kervan 1978- bulabilirsiniz.)
Ezcümle, 1961 Anayasası için ‘bol elbise’ diyenler, elbisenin yurttaş aleyhine ve devlet/sermaye lehine daraltılması gerektiğini savunuyordu. Elbise yurttaş değil, sermayedar ve siyasal temsilcileri için boldu.
1980 sonbaharına giden yolda ekonomik ve siyasi kriz birleşmişti. Bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren ‘ekonomik’ olanı. Sözü Korkut Hoca’ya bırakıyorum: “Ücret paylarındaki bu yükselme (ve kârların payının gerilemesi) sanayi burjuvazisini popülizmin bölüşüm politikalarına ve toplu sözleşme-grev hakkına veto çekmeye yönelten etkenlerden biri olarak görülmelidir. 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan ve 12 Eylül sonrasında pekiştirilen yeni iktisadi politikanın arkasında bu doğrultudaki etken ve özlemlerin belirleyici olduğu, sonraki yıllarda açıkça ortaya çıkacaktır.”
12 Eylül 1980 darbesi ardından kurulan ve beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) ilk işlerinden biri ne oldu dersiniz? Darbeden üç gün sonra yayınlanan ’16 sayılı bildiri’yle yürürlükteki ekonomik programın uygulanacağı duyuruldu. Böylece, Demirel hükümetinin Turgut Özal’a hazırlattığı ve sonrasında ‘24 Ocak kararları’ olarak anılan, ‘yüksek ücretler’den şikâyet eden ve Korkut Hoca’nın ifadesiyle ‘IMF’nin bir süredir Türkiye’den talep ettiği önlemleri dahi çok aşmış görünen istikrar programının’ güvence altına alındığı’ ilan edilmiştir. 12 Eylülcülerin sınıfsal niteliğini sergileyen en güzel örneklerden biridir bu.
Bir kez daha Korkut Boratav: “24 Ocak programı, böylece, aşağı yukarı 1985 yılının sonuna kadar kesintisiz bir biçimde uygulanan ve zaman içinde yeni öğelerin eklenmesiyle zenginleşen bir bütünlük taşır. Baştan sona kadar ‘alternatifi yoktur’ sloganıyla ve çok yoğun bir ideolojik kampanyayla halk kitlelerine ve kamuoyuna sunulan 24 Ocak ‘modeli’ ne Türkiye ne dünya bakımından orijinal bir önlemler paketiydi. Bu kararlar, 1970’li yıllarda İMF’nin dış tıkanma koşulları altında bunalan pek çok az gelişmiş ülkeye empoze ettiği standart istikrar politikası paketiyle daha ziyade Dünya Bankası tarafından geliştirilen tipik bir yapısal uyum programının tüm bilinen unsurlarını içermektedir.”
İşte 1982 Anayasası bu ‘idealler’le kaleme alındı. Darbe bildirisinden, Meclis’teki anayasa tartışmalarına dek her düzlemde başlıca iki amaç açıkça görülür: Devleti yurttaşa, patronu emekçiye karşı korumak.
Başta TÜSİAD olmak üzere büyük sermayenin darbe karşısında sergilediği olumlu ve hayli sevinçli tavır, anılmaya değer. Halit Narin’in “Şimdi gülme sırası bizde” deyişinin makul gerekçeleri var. Genel olarak temel hak ve özgürlükler, özelde ise ‘sosyal haklar’ bütünüyle yurttaş-emekçi karşıtı bir ideolojiyle kaleme alınmış; Türkiye sağının ve kapitalistinin on küsür yıl boyunca kesiminden şikâyetçi olduğu elbise, 12 Eylül ardından yurttaşın nefesini kesme pahasına daraltılmıştır. Dönemin Danışma Meclisi’nin komisyon ve Meclis aşamalarında, anayasa komisyonu sözcülerinin metin savunuları hakikaten mahcubiyet verici. Hâkim söylemin, ‘Hep işçiye hak verilirse olmaz, patronları da eşit silahlarla donatmak gerekir’ hokkabazlığı olduğunu söylemek mümkün.
Mümtaz Soysal Hoca, anayasaların ‘başlangıç’ kısımlarını operadaki uvertüre ve klasik Türk müziğindeki peşreve benzetirdi. 1982 Anayasası için de geçerli bu. Ancak yürürlükteki anayasanın peşrevi, başlangıç kısmından çok önce, 12 Eylül Cuma günü yazılmıştı bana kalırsa. O gün okunan darbe metni ‘1 nolu MGK Bildirisi’ olarak Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Baştan sona, ‘başa gelecekler‘i anlatan bir metindir bu ve bugün dahi çokça alıcısı olacağından kuşkum yok. Fırsat bulur da metni okursanız, 12 Eylül ideolojisinin ne denli başarılı olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz.
Bildirinin bir yerinde şöyle deniyor: “Ancak temiz Türk işçisini sömüren, onları kendi ideolojik görüşleri istikametinde kullanmak için her türlü baskı oyunlarına başvuran, işçinin hakkı yerine kendi menfaatlarını ön planda tutan bazı ağaların bu faaliyetlerine asla müsaade edilmeyecektir. Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü tedbir alınacaktır.” İki yıl sonra yürürlüğe girecek anayasayla ne hedeflendiği, bundan daha açık anlatılabilir miydi!
Bugün 41’inci yıldönümü 12 Eylül darbesinin. Diğer tüm olumsuz yönleri bir yana, büyük sermayenin ‘temel hak ve özgürlükler’e saldırısı niteliğindeydi o darbe.
O gün Evren’le uyum içinde çalışan ve kuyruğundan ayrılmayanlar; bugün de OHAL ilan edenlerle, olağanüstü koşullarda grev yasaklayanlarla, sendikalaşmanın önüne engeller koyanlarla, ‘suskun’ sermeyeye vergi affı sağlayanlarla, ihaleleri paylaştıranlarla büyük uyum içinde yaşıyor. Belki biraz isimler değişiyor yıllar içinde, namlı soyadlarına yeni yetme görgüsüzler ekleniyor.
Gazete Duvar yazarlarından Bahadır Özgür birkaç gün önce ‘Bir burjuvanın çıldırdığı an: Eczacıbaşı’na ne oldu?’ başlıklı nefis bir yazı yayınladı. Olup biteni ‘Cumhuriyet mülkü’ kavgası olarak tanımlayan Bahadır Özgür demiş ki: “Penceresinden baktığında yanı başında bir mafyöz, az ilerisinde Cengiz İnşaat, öbür yanında Rus oligark sermayesinin abidesi Mandarin Otel ve daha niceleri, büyük ödülün ‘Cumhuriyet mülkü’ olduğu yağma karnavalının yeni muzafferleri olarak boy gösteriyorlar. “Cumhuriyet’i iki sarhoş kurdu” diye böbürlenenler, onun mirasını üleşirken zarafete mi dikkat edeceklerdi yani!”
O ‘üleşilen miras’ın son kırk yıllık hukukunu, 12 Eylülcüler yazdı. Cuntacı askeriyle, cuntasever siviliyle, “Benim memurum işini bilir” ve “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” diyebilen siyasetçisiyle, ‘köşe dönmeci hür teşebbüs’ taraftarı sermayesiyle, cunta övgüsüne doymaz basınıyla, henüz turşu kurmayı akıl edemediği için Kenan Evren’e fahri doktora sunmakla yetinen üniversite idareleriyle, 12 Eylül faşizmi. Sabancı Holding yöneticiliği ve Dünya Bankası bağlantılarıyla sermaye iltifatını hak etmiş Turgut Özal’ın azımsanamaz katkısıyla.
Serbest piyasanın sorunsuz işleyebilmesi, düşüncenin serbest olmamasıyla mümkündü kuşkusuz ve o piyasanın resmî ideolojisi, sonuçlarına bugün tanık olduğumuz Türk-İslamcılık ve içeriksiz bir Atatürkçülüğün kaynaşmasıydı. Yeni düzenin yeni ve ‘sapkın ideolojilerden korunmuş’ eğitimli insanı ise belki de en veciz biçimde, bir 12 Eylül yaratığı YÖK’ün kanununda tanımlanıyordu.
12 Eylül darbesi ve sonrasında yaratılan ‘hukuk’ diğer karmaşık etmenlerin yanında, ancak Türkiye kapitalizmi ve burjuvazisinin kumaşı göz önünde bulundurularak anlaşılabilir. Aksi halde yapılacak her darbe ve anayasa yorumu kaçınılmaz biçimde eksik-hatalı olacaktır. Darbe, ‘kötü niyetli’ askerler tarafından ‘iyi niyetli’ siyasetçilere karşı yapılmadığı gibi o hukuku yaratanlar da bunu demokrasiden ve özgürlüklerden habersiz olduğu için yapmadı. Darbenin sınıfsal bir temeli vardı.
Ezcümle, 12 Eylül, patronların hararetle destekleyip sonuçlarından memnun kaldığı bir siyasal/toplumsal yıkım ânıydı. Hâlâ enkaz altındayız.
İklim krizi notu:
Açık Radyo’da, Gökşen Şahin’in konuk olduğu iklim krizi ve su krizi konulu yayını buraya bırakıyorum.
Ayrıca, yurt dışında yaşayan bir Diken okuru, iklim krizi notlarına ilişkin bazı öneriler sunmuş sağolsun. Şöyle demiş mesajının bir yerinde: “Avrupa ülkeleri acı bir sekilde, bu konuyu teorik sohbetlerden pratiğe dökmek gerektiğini öğrendiler. Teorik sohbetlerin… hiç bir ise yaramadığını görünce. Teori de olmalı, ama insanlara pratik bilgiler de gerekli. Neden çok basit bir yöntemle siz veya yayın organınız -Diken- olayı kucuk seylere indirgemiyorsunuz? “İşe kendi bardağını, çatalını, tabağını götür”, “yeni ev alacaksan güneş enerjisi var mi diye sor”, “bu hafta araba kullanma”, “iki hafta et yeme”, “bir fazla kazak giy ama kaloriferi açma”, “arkadaşlarınla plastiksiz hayat yarışması yapmayı denesene”, “evinde en az dört dönüştürme çöp kovası yap”, “evini doğal istasyona ve enerji tüketen değil üreten bir yuvaya cevir,” vs…