
MURAT SEVİNÇ
Yaklaşık altı yıldır, arkadaşları ve partidaşlarıyla cezaevinde Selahattin Demirtaş. Bu saatten sonra, neden orada olduğunu anlatmaya, aynı şeyleri yinelemeye gerek yok, bilen biliyor, anlamak isteyen anlıyor. Terörist ithamının epey ucuzlatıldığı bir ülkede, Demirtaş ve diğerleri cezaevinde tutulduğu için ellerini ovuşturup hakaret yağdıran, bir başka deyişle, dağarcığında hakaret-küfür haricinde pek sözcük bulunmadığı için mütemadiyen söven ve bir gün ‘a’ dediğine maddi manevi menfaat karşılığında ertesi gün ‘b’ diyebilenleri de, ciddiye almaya gerek yok herhalde.
Yazıp çizdikleriyle, roman, hikâye ve gazete yazılarıyla ve hücresindeki ‘ketıl’ marifetiyle yaptığı paylaşımlarla siyasette etkili olmayı başardı Demirtaş. Her yazdığı, içeride tutulma gerekçesini bir kez daha gösteriyor. Demirtaş’ın, özellikle son yazılarıyla eleştiri-özeleştiri konusuna değinmesi, kendisini ve partisi HDP’yi de bazı açılardan o eleştiri halkasına dahil etmesi, bana, konuşabilecek alan açma, var olan zemini ferahlatma çabası gibi görünüyor. Ya da, salt bunu amaçlamasa da, böyle bir işlev de görüyor.
Demirtaş’ın yazılarının ne kadarı parti görüşünü yansıtıyor, HDP dengeleri içinde neyi temsil ediyor, beğeneni kadar beğenmeyeni de var mı bilmem ve tam olarak anlamam da mümkün değil. Muhtemelen tepki duyanlar, susmayı tercih edenler de oluyordur. HDP, Kürt siyasal hareketinin güncel temsilcisi ve yalnızca Kürtlere değil, Kürt olmayanlara da seslenen, onlardan da destek-oy alan bir parti ve çoğu parti gibi ya da belki diğerlerinden daha da çok ‘farklı eğilimi’ bünyesinde barındırıyor. Söz konusu farklılıklarda Kürt sorununun hem teşhisinde hem de çözümündeki düşünce çeşitliliğinin, sorunun tarihsel kökenlerinin çetrefilliğinin ve bölgesel etkilerin vs. payı var kuşkusuz. Haliyle, yalnızca Demirtaş yazılarından hareketle pek çok kanaati ve eğilimi anlamak pek mümkün değil.
Bu yazıdaki derdim, böyle devasa bir sorun hakkında, ilk satırından itibaren yanlışlanma ihtimali yüksek sözler sarf etmek yerine, Demirtaş’ın yazılarını önerip ardından, onun yordamının çok önemli bulduğum bir yanına değinmek, açtığı alanın değerini bir kez daha hatırlatmak ve bunu Türkiye’de muteber olmayan ‘eleştiri’ kavramı-eylemi üzerinden yapmak.
Demirtaş, birkaç hafta önce, “İğneyi önce kendimize batırmalıyız,” dedi. Ardından, Murat Sabuncu’yla söyleşisinde “PKK’nin Türkiye’ye karşı silahlarını tümden susturmasını, bırakmasını isterim,” görüşünü belirtti.
Son olarak Halk TV’den Şule Aydın ve Timur Soykan’ın sorularını yanıtlarken şunları söyledi: “Türkiye toplumunun bölünme korkusunu, silah, şiddet, terör korkusunu ortadan kaldıracak barış politikaları, birlik söylemleri üretmeliyiz. Daha fazla üretmeliyiz. Çünkü buna gerçekten inanıyoruz. Dolayısıyla gerçekten inandığımız şeyi daha somut ve cesurca gösterebilmeliyiz. Örneğin, Çanakkale Şehitliğini ziyaret ederek çiçek bırakmayı, dua etmeyi, orada yatanlar gibi yan yana durmamız gerektiğini göstermek isterim. Bunun gibi somut bazı mesajlar toplumu rahatlatır ve toplumun tüm kesimleri derdimizi, çözümlerimizi daha içten dinlemeye başlar.”
Yukarıda alıntıladığım satırlar, bir süredir alternatif-muhalif medyada yer alan, herkesin haberdar olduğu düşünceler. Demirtaş, söz konusu yazı ve söyleşilerde yalnızca bunları söylemiyor tabii, Kürt sorununa ilişkin genel görüşlerinin, tarihsel ve güncel siyasal açmazların, iktidar ve muhalefete yönelik eleştirilerinin içinde yer alıyor, medyada manşete çekilen saptama ve dilekleri. Örneğin Halk TV’ye yanıtında, faşizmin kitle desteği ve bununla başa çıkma konusunda, HDP’nin düşman gibi gösterilmesi tehlikesinin bertaraf edilmesine ilişkin görüşleri önemli: “Gerçekte HDP bırakın tehdit oluşturmayı, Türkiye toplumu için büyük bir şans ve fırsattır. O halde HDP varlık nedeni ve ilkelerine daha sıkı sarılarak kendini faşizmin inşasında kullanılmak istenen bir aparat olmaktan hızla çıkarmalıdır. Bunun yolu elbette faşizmin dümen suyuna girmek değil, iddia edildiğinin aksine Türkiye toplumu için bir tehdit olmadığımızı ısrarlı söylem ve eylemlerimizle halka göstermektir. Demokrasiyi, barışı, kardeşliği, bir arada yaşamanın erdemini pratikte de hissettirecek adımlar atmaktır.”
Yine, Murat Sabuncu’yla söyleşisinde, ırkçılık cenderesinden çıkabilmek için HDP’nin, barış ve birlik siyasetini daha görünür hale getirmesi gerekliliğinin altını özellikle çizmiş: “Biz zaten mağduruz, bizi anlamak zorundasınız, deyip yerimizde oturamayız. Mithat Sancar’ın da son röportajında altını çizdiği gibi; HDP, PKK’nin uzantısı, sözcüsü ya da destekçisi değildir. PKK ile bir bağı yoktur. Bunu Türkiye kamuoyuna anlatabilmemiz gerekir. Demokratik siyaset yürüten bir partinin silahlı bir örgütle bağı olamaz. Öte yandan, HDP’nin Kürt sorununa bakışı da çözüm önerileri de birçok partiden farklıdır ve en gerçekçi olandır. Bizim çözüm önerimiz askeri operasyon değil, diyalog ve müzakeredir. Diyalog ve müzakerenin yegâne çözüm yolu olduğunu da topluma iyi anlatabilmek gerekir. Bu bakış açısı nedeniyle kimse HDP’yi, PKK’nin siyasi uzantısı gibi göremez. Bu konular Türkiye toplumuna uygun bir dille ve doğru şekilde anlatılamadan siyaset alanını genişletmek mümkün olamıyor… Türkiye’nin yedi bölgesine de bunları tekrar tekrar, kardeşlik duyguları içinde anlatarak halkı kucaklayan politikalar üretmeliyiz.”
Muhalefetin, iktidarın konuya ilişkin propagandasına teslim olduğunu ve HDP’nin derdini daha açık, ısrarlı ve kapsayıcı biçimde anlatmak için gösterdiği çabanın sonucunda da bu tutumu sürdürmeleri halinde, ‘çuvaldızın onlara batırılabileceğini’ belirtiyor. Şu ifadesini geçmek olmaz: “ilkelerimizden değil, korkularımızdan ve alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz yeterli.” Herkes için geçerli, kuşkusuz.
Başlarken söyledim, Demirtaş’ın düşüncelerini Kürt siyasetinin siyasetçisi ve seçmeni içinde beğenen ve beğenmeyen olabilir, kızanlar da vardır muhtemelen. Yinelemem gerekirse, Demirtaş yazılarında, yalnızca HDP’nin önemini göstermiyor, (öz)eleştiriyi ciddiye alan yordamıyla sorunun çözümünden öte konuşulabilmesi ve anlatılabilmesi için gerekli koşulların yaratılmasına yardım ediyor, ferah alanlar açıp tartışmak isteyenleri cesaretlendiriyor ve bana kalırsa bunu, ancak o siyaset içinden gelen ve bu denli sembolik olmuş bir isim ‘cesaretle’ yapabilir. Unutmayalım, yıllardır cezaevinde tutulan bir insandan, insanlardan söz ediyoruz. Yeri gelmişken, Meral Danış Beştaş’ın Demirtaş’ın ‘iğne-çuvaldız’ metaforuna yönelik yanıtını da buraya bırakıyorum. Yanılıyor olabilirim, ancak Beştaş’ın ifadelerinin, Demirtaş’ın eleştiri ve önerilerini savuşturmaya yönelik olduğunu düşündüm.
Burada, “Kardeşim HDP’yi eleştirmek çok mu zor ki, zaten herkes ağzına geleni söylemiyor mu?” sorusu/tepkisi gelecektir, ‘kısmen’ haklı biçimde. ‘Kısmen’ diyorum, çünkü saldırı ve yok etme siyaseti ile eleştiriyi özenle ayırmak gerekir. Kürt kimliğiyle yaşamak isteyen Kürtlerin ve Kürt siyasal hareketinin temsilcilerinin bu ülkenin tarihi boyunca çektiği çileyi anlatmaya sayfalar yetmez, nitekim yalnızca bugüne bakarak dahi durumun vahametini görmek mümkün. Buna mukabil, Türkiye siyaseti, yurttaş ortalaması ve o ortalamanın geçtiği eğitim tornasının malum niteliği düşünüldüğünde, “Biz zaten mağduruz,” söylemi bir yerden sonra anlamını yitiriyor. HDP ve önceki temsilcileri, Türkiye’de hiç kimseye, başka hiçbir siyasi harekete reva görülmeyen bir adaletsizlikle karşılaştılar. Fiili olanı geçtim, sözlü saldırının en kolay olduğu ve hatta saldırana prestij kazandırdığı bir parti, HDP. Ancak bu vahim hal, HDP ya da Kürt siyasal hareketinde eleştirilecek bir şeyler olmadığı anlamına da gelmiyor.
“Eleştir o zaman, tutan mı var,” diyeceklere yanıtım, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığı, olur. İki temel gerekçeyle: Bu kadar eziyet edilen ve yanından geçenin dahi cezalandırıldığı bir partiyi şu ya da bu açıdan eleştirmek, yalnızca siyasi değil, vicdani bir bariyeri de aşmanızı gerektiriyor. Sürekli, haksızlık yaptığı ve daha fazla yaralayacağı, hissi yaşatıyor insana. İkincisi, örneğin HDP’li bir siyasetçi ile rahatça konuşabildiğiniz ve tartıştığınız bir konuyu, kimi sempatizanı-seçmeniyle konuşmak her zaman o kadar da kolay değil. Çok sayıda deneyimle sabit. Eleştiri derken, aklı başında insanların sert ya da müşvik eleştirisinden, ‘eleştiri’ niyetiyle dile gelen düşünceden söz ediyorum kuşkusuz, tanık olanı dahi mahcup eden ‘cinliklerden’ değil.
Konunun bundan sonrası ayrı bir yazı gerektirir, uzatmayıp şimdilik şunu söylemekle yetineyim; Demirtaş’ın yazılarındaki bazı cümleleri o değil de, konuyla ilgilenen muhalif ve özellikle ‘Kürt olmayan’ bir köşe yazarı ya da siyasetçi, üstelik yine aynı niyetle sarf etmiş olsaydı, hafif tabirle, gözle görülür-işitilir bir tepkiyle karşılaşma ihtimali yüksekti. Mesele, bu durumun HDP’liler tarafından bir sorun olarak algılanıp algılanmadığında.
Demirtaş’ın yazıları ve konuya yaklaşımıyla, olup biteni derli toplu tartışmak isteyenleri, doğru ya da yanlış bir ‘sözü’ olanları ferahlattığı ve onlara alan açtığı kanısındayım. Yalnızca bu tutumu dahi, diğer tüm nitelikleri bir yana, değerini bilmeyi gerektiriyor.
Yazı şu soru-tartışmayla bitsin: Velev ki en az ve umarım yüzde 15 oy olsun, yüzde 15’in dert edindiği bir açmazın, aslında herkesin yaşamını fazlasıyla ilgilendirdiği, kalan yüzde 85’e nasıl anlatılır? Anlatmak gerekir mi, eğer gerekiyorsa ne yapmalı, hangi yolları arayıp bulmalı? O yüzde 85’in hiç olmazsa bir kısmının konu üzerinde kafa yormaya başlaması önemliyse, çare nedir?
Yazı önerileri:
- Fikret İlkiz’den ‘Haklı olmanın öfkesi.’ Harika bir Kavala yazısı.
- Tour de France’ın nasıl doğduğunu merak ediyorsanız, Aydan Çelik’ten çok güzel bir yazı.
- İklim krizi notu: Türkiye’de ormansızlaştırma, Açık Radyo’da.