BEHZAT ŞAHİN
Daha önce adını duymamış, yakınından bile geçmemiştim. Haritada göster deseler, mümkün değil. Salur diye bir köy… Ama sihirli cümle kurulunca akan sular durdu:
“Bir de meyhanesi var!”
İşte o köy, bizim köyümüzdür.
Fahrettin Kerim (Avcı) bir süredir bahsedip duruyordu: “Manyas’ta ev aldık,” “Etrafında bahçesi de var,” “Tek katlı,” “Önüne sundurma yapacağım…”
Eşi Serap ile özellikle yaz aylarını orada geçirmek gibi bir planları var ama evin tadilatı daha bitmemiş.
Bir gün yine anlatırken “Oğlum” dedi, “Köyün meyhanesi de var!”
O an işin rengi değişti benim için. “Hangi köy? Ne meyhanesi? Nerede tam olarak? Kaç saatlik yol?” Çok iyi yapmışlar oradan ev almakla. Kızdım da, insan böyle bir meseleyi ayrıntısıyla anlatmaz mı?
“Dinlemiyordun ki” dedi ama habire tadilat anlatırsan dinlemekte zorlanabilir insan.
Fahrettin’le 40 yıla yakın dostluğumuz var. 80’li yılların ikinci yarısında birlikte Cumhuriyet’in gece muhabirliğini yapıyorduk. Zekidir, beceriklidir. Elinden her iş gelir. Ne zaman içinden çıkamadığım teknik bir sorun yaşasam yetişir imdadıma. Yani sık sık görüşürüz.
Neredeymiş bakalım bu köy, bu meyhane… Düştük yola…
Bursa’yı geçtikten sonra Karacabey sapağından girdik. Onlarca kilometrelik ovada, tarım arazilerinin arasında yol aldık. Toprağın verimi renginden bile okunuyor. Yılda birkaç defa ekilip ürün alınabiliyormuş Fahrettin’in anlattığına göre.
Vardığımızda hava henüz kararmıştı. Manyas’ı geçip Gönen yönüne giderken sekizinci kilometrede Salur. Karayolunun sol tarafında. Bahsettiği meyhane ise yol üstü, sağ tarafta. ‘Saz Restaurant‘ yazılı, mavi kurumsal renkli bira firmasının yaptırdığı ışıklı tabelası hemen seçiliyor. Aldı mı beni bir düşünce… Tam olarak meyhane değil de sazlı-sözlü, renkli loş ışıklı bir yer mi yoksa? Geldik artık, öğreneceğiz. Önce eve gidelim.
Köy, planlı ve geniş sokakları, meydanı, çoğu aynı büyüklükteki bahçe içinde evleri, parkları ile gördüğüm köylerin çoğundan farklı. Fahrettin anlatmıştı zaten, 6 Ekim 1964’te merkez üssü Manyas olan 7 büyüklüğündeki depremde Salur da ağır hasar görmüş, şimdiki yerinde planlanarak yeniden kurulmuş. Kim demiş dinlememişim diye!
Yalnız, köyün adı neden Salur?
Salurlar, Oğuz Kağan Destanı’na göre, 24 Oğuz boyundan biriymiş. Üçoklar kolundan, Oğuz Kağan’ın oğlu Dağ Han’ın soyundan gelirlermiş. Kelimenin anlamı ‘Kılıç sallayan’ imiş. Anadolu’da Salur boyuna mensup halkın yaşadığı bölgelerde Salur ismini taşıyan çok sayıda köy varmış meğer. Ben ilk kez rastladım, cahilliğime verin.
Ev faslını çabuk geçiyorum, daha yapılacak çok iş var. Bir gün Fahrettin’le birkaç günlüğüne gelip toparlamaya çalışacağız da önce şu meyhaneyi görelim. Yoksa bütün gün çalışıp akşamları nereye gideceğiz?
Saz, genişçe bir alana yayılmış. Bizim girdiğimiz tarafta bahçe ve tuvaletler var. Hava soğuk ve yağmurlu, tabii ki bahçe kısmı kapalı. Ana salon geniş ve ferah. Girişin karşısında büyükçe bir banko, sağında da 14 masalı alan var. İki-üç masa dolu.
Arkada iki salon daha var. Biri ‘aile salonu’, iki erkek olarak kafadan elendik, diğeri de meze dolabının bulunduğu salon.
Tekrar büyük salona dönüp, girişin karşı köşesindeki masaya oturduk. Masa dediysem, normal ölçülerin en az 1,5 katı, geniş, ferah masalar. Sandalyeler de pek rahat, belli ki özenilmiş.
Korktuğum başıma gelmedi. Ne saz var, ne söz. Renkli ışık bile yok. Fonda çalan radyonun sesi kısık.
Karşılamadaki üç garson pek genç. Bizimle Muhammed (Özbek), ilgilendi. Soyadını sorduğumda ‘Özbek’ dedi ama milliyeti de olabilir. Nasıl beyefendi. Hiç olmazlanmıyor.
50’lik rakı söyledik, Fahrettin az içecekmiş. Mezeleri seçmek için tekrar diğer salona, dolabın başına geçtik. Fahrettin peynir dolgulu jalapeno isteyip gerisini bana bıraktı. Hazır olduğu çok belli, bula bula onu mu istedin? Büyük konuşmuşum.
Yarımşar porsiyon olmak kaydıyla kereviz, şakşuka, pancar, muska şeklinde sarılmış lahana dolma, Arnavut ciğer, beyin söğüş, bir de acılı ezme dedikleri mezeden istedim. Buraya dikkat çekmek isterim. Acılı ezmeye lâfım yok da buna acılı ezme diyerek emeklerine yazık ediyorlar. Bu çok başka, özel bir şey. Lezzet yoğunluğu, kıvamı… Muhammara da değil ama.
Ana yemek olarak et çeşitleri var. Balıkesir sınırlarındayız ne de olsa…
Mezelerden pek memnunuz. Beyin krema gibi. Arnavut ciğer iyi ayıklanmış. Kereviz, lahana dolma, şakşuka… Hele o acılı ezme… Fahrettin’in siparişinden de tattım, hazır mazır ama nefis. Sonra bir daha söyledik zaten.
Meyhanenin sahibiyle tanışmak istedim, mutfaktaymış. Hikmet Bey (Alaçay, 55), Salurlu. Burayı 1976’da Kemal Ertürk açmış. Hikmet Bey, 1987’de bulaşıkçı olarak çalışmaya başlamış. Meslekte ilerleyince Bandırma’da ‘Hikmet Et‘ restoranını kurmuş:
“Kemal Abi ölünce 94’te kapandı burası. İki yıl kapalı kaldı. Gönlüm elvermedi, açmaya karar verdim. Ortağım Nihat’la birlikte açtık yeniden. Eskiden 10 kadar meyhane vardı Salur’da, şimdi bir biz kaldık.”
64 depreminden sonra köyden birçok insan Almanya’ya çalışmaya gitmiş. Sonra gençler de pek durmamış. Zaten köyü gezerken dikkatimi çekmişti, çocuk oyun parklarını otlar bürümüş. Neyse ki Bandırma’dan, Gönen’den, Susurluk’tan, Karacabey’den, Manyas’tan geliyormuş müşteriler.
Birkaç masa daha geldi bu arada.
Peki, adı niye Saz? Meğer hiç düşündüğüm gibi değilmiş. İlk kurulduğunda sazlardan örülmüş hasırla kaplı, derme-çatma bir yermiş. Kendin pişir kendin ye olarak işletiliyormuş. Hikmet Bey devraldıktan sonra ahşaba çevirmiş, sonra da oturduğumuz salonu ve ‘aile salonu‘nu eklemiş. Bir yandan da mutfakta:
“Elemansızlıktan çıkamıyorum mutfaktan.”
Acılı ezmeyi sormasam olmaz,
“En meşakkatli mezemiz aslında. İçinde biber de var havuç da. Yapması hem el alıyor hem zaman.”
Belli. Bari daha özel bir isim verin. ‘Saz ezmesi’ deyin mesela.
Hikmet Bey’i daha fazla meşgul edemezdik. Ortağının oğlu Aşkın (Balatlı, 32) ile tanıştırdı bizi. Fiyat bilgilerini ondan alacağız. Aşkın, üniversiteden sonra Hikmet amcasının yanına dönmüş. Hikmet Bey de zaten onun için “Geleceğimiz” diyor. Aşkın’a kuzeni Ata (Demir, 26) yardım ediyor. Ata, yaz aylarında Antalya’daki otellerde aşçı olarak çalışıyormuş, kışın da buraya yardıma geliyor. Servisinden pek memnun kaldığımız Muhammed ise 2.5 yıldır burada.
Peynir kızartması, sucuk ızgara, böbrek yatağında kuzu lokum, küşneme (küşleme) paylaştık sırasıyla. Etler sanki dövülmüş ama yine de hepsi pek nefis. Mutfakta mahir biri olduğu belli.
Ramazan ve kandillerde kapatıp hep birlikte izin yapıyorlar. Onun dışında servis 13:00-01:00 arasında. Birada tek markanın çeşitleri var. Bira 100, 35’lik rakı 765, mezeler 90-175, ızgara köfte 200 gramlık porsiyonu 200 lira. Etler kiloyla servis ediliyor. Sucuk bin 300, kuzu etleri bin 650, dana eti bin 900 lira.
Dışardaki tuvaletlerin erkek tarafında iki pisuvar, biri alaturka iki de kabin var. Havadar olsa da hafif bir koku var. Hesabımız 2 bin 610 lira. Kabak tatlısı ikram geldi. Tahin ile… Ben tatlıcı değilimdir, tabağı sıyırdım. Yediklerimizden de aldığımız servisten de memnunuz.
Kendi adıma geldiğime değdi. Bu arada buraların fasulyesini pek övmüştü Fahrettin. Manyas göl fasulyesi ya da Kazak fasulyesi diye geçiyor. Köyün bakkalına uğradık almak için. Raflarda sıra sıra şarap, rakı, viski çeşitleri, dolaplarda soğuk biralar, meşrubat… Bir de fasulye. O kadar. Birkaç kilo aldım. Dün suya koydum, 10 dakika sonra şişti. Bugün pişirdim, kısa sürede yumuşadı, hatta biraz geç davrandım dağılmaya başlamıştı. İyice helmelendi. Nasıl mı oldu? Kendim yaptım diye söylemiyorum, yiyenlerin yalancısıyım:
“Şa-ha-ne.“