BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Türkiye’nin S-400 satın alımı sırasında yaşadığı tartışmalarla bugün gündemi işgal eden Montrö’nün feshedilmesine ilişkin çıkışlara bir arada bakınca ciddi bir savrulma hissine kapılmamak imkânsız.
İlk hadise Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarından beri parçası olduğu Batı ittifakı sistemine sırt çevirdiği anlamına geliyor. Bugünkü meselemiz Montrö tam tersine Rusya’yla ciddi sorun çıkarabilir.
Ancak mantık yürütme biçimine baktığımızda her ikisinin de benzer bir düşünce tarzının ürünü olduğunu görebiliyoruz. Nasıl mı?
S-400 hava savunma sistemi alınırken her ne kadar ABD bize Patriot’ları vermediği için bu yola girmek zorunda kaldık diye bir açıklama yapsak da amacın silah tedarikinden çok Batı’yı zorlayarak kendi çizgimize çekmek olduğu belliydi. S-400 birçok uzman tarafından dünyanın en sofistike hava savunma sistemi olarak nitelendiriliyor ancak gerçek harp koşullarında tam manasıyla test edilip performansı gözlemlenebilmiş değil. Daha da önemlisi Türkiye’nin sahip olduğu NATO altyapısına entegre edilemiyor; yani tek başına çalışması gerekecek ki bu durumda verimliliğinin düşmesi kaçınılmaz.
İşin siyasi boyutuna gelirsek bu satın alım gündeme geldiğinden beri ABD’den önce ikazlar sonra da yaptırım tehditlerinin arkası kesilmedi. Nitekim önce yirmi senedir içinde bulunduğumuz F-35 projesinden çıkarıldık, ardından CAATSA çerçevesinde ekonomik bakımdan nispeten hafif, ama orta ve uzun vadede savunma sanayiini olumsuz etkileyecek yaptırımlarla karşılaştık. Rus silah sistemini, ‘Girit modeli’ olarak özetlediğimiz, etkin biçimde kullanmamak üzere saklama önerimiz de kabul görmedi. Hala ABD ile Rusya arasında sıkışmış biçimde S-400’leri ne yapacağımızı tartışıp duruyoruz. Özetle, 2.5 milyar dolar harcadığımız silahlar kullanılabilir değil, hava savunma ihtiyacımızı karşılayamadık ve diplomatik bir ikilemle karşı karşıyayız.
Peki neden bu duruma düştük?
En başından beri S-400 alımının bir silah tedarikinin çok ötesinde, politik bir hamle olduğunu, bilhassa Suriye politikasından rahatsızlık duyduğumuz Washington’u zorlamak, köşeye sıkıştırmak için kullandığımız bir pazarlık unsuru olduğunu düşünüyorum. Plan, ABD’nin Fırat’ın doğusunda oluşturmakta olduğu yapıdan vazgeçmesi karşılığında Ankara’nın da S-400’lerden geri adım atmasıydı. Bu iyi hesaplanmamış manevra sonucunda Türkiye’nin kendi kendini köşeye sıkıştırdığını, ABD’ye geri adım attırılmasının başarılamadığını ve en baştaki durumun bile gerisine düşüldüğünü tespit edelim.
S-400lerin kullanılır hale getirilmesi ise arayı düzeltmeye çalıştığımız Batı ittifakıyla gemileri yakma noktasına getirecek bizi. Öte yandan geri adım atarsak Moskova’yla giderek gerilen ilişkilerde daha da büyük sorunlara yol açılacak.
Kendi başımıza açtığımız bu beladan nasıl kurtulacağımıza dair bir yol haritası oluşturamamışken bu defa benzer bir manevrayı, bu defa sahanın öbür tarafında, Rusya’ya karşı deniyoruz gibi görünüyor. Evet, Montrö Anlaşması’nın feshi ya da değiştirilmesine ilişkin tartışmalardan bahsediyorum.
Öncelikle Kanal İstanbul meselesinin doğrudan Montrö ile bağlantılı olamayacağını, bu projenin büyük ölçüde yeni Türkiye’nin ekonomik modeli rant dağıtımıyla ilgili olduğunu düşündüğümü belirteyim. Kanal İstanbul bir mega emlak projesi ve tek başına Türkiye’nin uluslararası yükümlülüklerini değiştirmesi mümkün değil. Zira Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı geçişini birlikte kapsayan geçiş hakları ve kısıtlamalarının kanalın yapımıyla ortadan kalkması mümkün görünmüyor. Yabancı ülkelere ait savaş gemileri, Boğaz’dan değil de Kanal İstanbul’dan geçse bile Moskova, Türkiye’nin Montrö’de belirtilen tonaj kısıtlamalarına uymasını bekleyecektir.
Öyleyse asıl konumuz Montrö’ye dönelim. Boğazlar, 18’inci yüzyılda Rusya’nın Karadeniz’e inmesinden ve Karadeniz’de bize komşu olmasından beri uluslararası bir mesele. Küçük Kaynarca Antlaşması’yla uluslararası metinlere giren Boğazlar geçişi, 1841 tarihli anlaşmadan beri de çok taraflı bir gündem maddesi. Konunun tarihçesine çok fazla gömülmeden Montrö Anlaşması’nın ne anlama geldiğine bakalım.
Dünyanın yeniden savaşa doğru yol almakta olduğu anlaşılan 1936 yılında, Batılı devletlerin Ankara’yı tekrar kazanma ihtiyacından faydalanarak Lozan’da başarılamayan Boğazlar üzerinde kontrolümüz nihayet sağlanabilmiştir. Bununla beraber Boğazlar’ın uluslararası kullanımına ilişkin şu prensipler kabul edilmiştir: Ticari gemiler barış zamanı serbestçe geçiş hakkına sahip olacak, yabancı savaş gemilerinin Karadeniz’e geçişleri süre ve tonajla sınırlandırılacak ancak Karadeniz’e kıyıdaş devletler ters yönde geçiş hakkına sahip olacaktır. Yani Türk Boğazları savaş gemileri açısından tek yönlü geçişe izin verilip diğer yönde sınırlama uygulanan istisnai bir deniz geçiş noktasıdır.
Dolayısıyla Montrö Türkiye dahil ve başta Rusya olmak üzere, Karadeniz’e kıyıdaş ülkelere ayrıcalık tanıyan bir anlaşmadır. 1854 yılında Kırım Savaşı sırasında Boğazları geçip Sivastopol yakınlarına çıkan Fransız ve İngiliz ordularının hatırasından çıkardığı dersle Rusya bu ayrıcalığa çok önem vermektedir. Ancak Türkiye’nin de doğrudan bir Rus saldırısı söz konusu olmadığı hallerde Karadeniz’de yabancı donanmaların varlığından çıkarı olmadığını da belirtelim.
Öyleyse neden şimdi Montrö tartışmaları başlıyor?
Gerçi hem cumhurbaşkanı, daha iyisi yapılana kadar Montrö’ye bağlı olduğumuzu, iktidar ortağı Bahçeli de anlaşmanın Lozan’ın tamamlayıcısı olduğunu söyledi. Ancak bu konunun gündeme iktidar mensupları tarafından getirilmesi tesadüf olamaz. İşte bu noktada nasıl S-400’ler üzerinden ABD baskılanıp politika değişikliğine zorlandıysa benzer bir akıl yürütmenin Rusya’ya karşı yapıldığı ihtimali beliriyor. Aslında Türkiye Montrö’yü değiştirmek niyetinde değil ancak elindeki bu kozu kullanarak Suriye’de Türkiye kontrolündeki bölgelere Moskova’nın daha fazla baskı yapmasını engellemek istemekte. Putin’in, bu iddialı hamleyi blöf olarak görüp görmeyeceğini, tutumunda esneyip esnemeyeceğini zamanla göreceğiz.
Diğer ihtimalse Ankara’nın Montrö’yü ABD ile ilişkileri toparlamak için bir ödün olarak kullanmak istemesi. Ancak eğer hamle buysa, Rusya’yla ilişkilerin geri döndürülemeyecek biçimde ağır hasar alacağını da hesaplıyor olmalıyız.
S-400’ler meselesinde geldiğimiz nokta, bu tür iddialı dış politika manevralarını çok dikkatli planlamak gerektiğini, günün sonunda asıl zararı kendimize verebileceğimizi gösteriyor. Umarım ki Montrö konusunda benzer bir hesap hatasını tekrarlamayalım.