MURAT SEVİNÇ
Uzun yıllar önceydi, yeni asistandım, hocamın odasında konuşurken bir ara, ‘o şeye (ne hatırlamıyorum) öyle bakmayı’ ideolojik bulduğumu ve benim böyle bir saplantımın olmadığını söyledim. Eh, sen misin böyle konuşan, bir güzel fırça yedim, ‘her şeyin, insanın annesini sevmesinin dahi’ ideolojik olduğu söylevini dinledim ve elime tutuşturulan bir okuma listesiyle odadan yolcu edildim. Güzel bir ders oldu, bakın hâlâ hatırlıyorum!
Her şey siyasal ve ideolojikse, ki öyle, kuşkusuz ölüme ve ölüye yaklaşımımız da ideolojik; her kimsek öyle yaşıyoruz, davranıyoruz, görüp bildiğimiz kadar. Birinin öldüğünü işittiğimizde ne hissederiz, nasıl davranırız? Yanıtı, bizim kim olduğumuzdan, bizi biz yapan şeylerin biraradalığından, toplumsallığımızdan bağımsız değil. Kendi ölümümüzü düşündüğümüzde örneğin ne hissederiz? Birinin, ölümünden sonra arkasından ne söyleneceğini düşünmesi matrak bir durum aslında, göçüp gitmişsin, ne söylerlerse söylesinler ama o kadar da kolay değil, yaşamı belirleyen toplumsallık sonrasını da düşünmeyi gerektiriyor demek ki.
Tanıdığınız ya da tanımadığınız birileri gidiyor, birinin arkasından içten bir üzüntü dile getirilirken diğerine söylenmeyen kalmıyor, birine helallik yürekten, diğerine yarım ağız veriliyor musallâ karşısında; ikincisi için üzücü olmasına üzücü de, yaşamın ödülü ve cezası da bu belli ki. Herhâlde herkes iyi bir şeyler söylensin ister. O zaman, her şeyi olduğu gibi bunu da hak etmeye çalışmalı insan.
Dindar bir dünyada büyüyenlerin ölüme ve ölüye bakışı da doğal olarak o çevrenin değerlerince belirleniyor. Boşuna ‘ağaç yaşken eğilir‘ dememişler, insanın yetiştiği evrede karşılaştığı, yoğrulduğu kültür etkisini az ya da çok ömür boyu sürdürüyor. Buna mukabil, ölüye saygı meselesi, tek başına dindarlık bağlamında ele alınamayacak konulardan biri, zira dindar olmayan çevrelerde de genel kabul gören bir tutum. Ayrıca kadim bir konu bu, Sophokles ‘Antigone’yi yazdığında henüz ne İslam ne Hristiyanlık doğmuştu. Ölüye saygıda, inanç, gelenek, kültür iç içeliği söz konusu. Ezan okununca ya da mezarlıktan geçerken müziğin sesinin kısılması, cenaze evini rahatsız edecek davranışlardan kaçınılması, cenaze sahibinin yalnız bırakılmaması, ölen birinin ardından yakınlarını kırma kaygısıyla hiç olmazsa yüksek sesle kötü konuşulmaması, eğer hiç sevilmiyorsa tümüyle susulması vs. toplum ortalaması tarafından genel kabul görmüş, gelenek olmuş davranışlar.
Bana da -muhtemelen çoğumuz gibi- ölenin arkasından rahmet dilemem gerektiği, ölüye hürmetin iyi bir şey olduğu öğretildi. Bence pek çok açıdan iyi bir şeydi bu öğretilen. Ancak işlerin çocuk yaşta belletildiği kadar basit olmadığını, iyi anılmak için öncelikle doğru dürüst bir yaşam sürmek gerektiğini zamanla anladım ya da fark ettim. O yaşlarda öğretilenlerin anlamını sonrasında düşündüm. İyi bir insan yetiştirmek amacıyla verilen öğütlerin tümü salt bu amaca mı yönelikti ya da bu amaca ulaşmak için elverişli miydi? Biri, neden iyi biri olmaya çalışır, neden olgun davranmayı değerli bulur, bize aktarılan o değerler her neyse, neden sindiririz, içselleştiririz? Örneğin, çocukken sık işittiğim ‘hiç kimseye bela okuma, gelir seni bulur‘ öğüdünün umduğu yarar neydi? Gelip beni bulmayacaksa, dilim ve zihnim şirazesinden çıkabilir mi? Peki, hiç hazzedilmeyen birine dahi şifa dilemek, yine, o hastalık şifa dilemeyeni bulmasın diye midir, yoksa doğrusu o olduğu için mi? Belki de ‘hem o hem o’dur, bir başka deyişle, insan kendi başına gelmesinden ürktüğü şeyleri başkalarının yaşamamasını dilediğinde aslında öz çıkarını düşünürken, diğer yandan düzgün davranmayı da öğrenmiş oluyordur. Vicdanın oluşumunda bu tedirginliklerin, korkuların, inanışların, adını koymaksızın kendi çıkarını gözetmenin payı nedir? Yeri gelmişken, ‘bela okuma, gelir seni bulur’ ile ‘adalet bir gün sana da gerekir’ öğütlerinin mantığı benzemiyor mu sizce de? Bana gerekmeyecekse, adaleti savunmak değersiz midir? Her neyse…
Bir tarikat liderinin cenazesine gösterilen ilgi, hürmet ve ilgi gösterenlere, rahmet dileyenlere yönelik muhalif öfkeye getireceğim sözü.
Tanınmış biri yaşamını yitirdiğinde bunun ses getirmesi, bazen tartışma yaratması olağan bir durum. Hele ki ölen, siyasî kimliği olan, kitleleri etkilemiş biriyse, günah ve sevaplarıyla anılması eşyanın tabiatı gereği. Soysal medyanın sunduğu imkânlar her şeyi değiştirdi tabii. Eskiden de sevilen ve sevilmeyen birileri ölür, sayısız yurttaş söz konusu kayıplar üzerine bir şeyler düşünür ve söylerdi ancak hiçbirinden haberimiz olmazdı. Soysal medya, herkesin her düşüncesinden diğer herkesin ve hemen haberdar olmasını sağlıyor.
Okuduğunuz yazıyı ilgilendiren, kamusal sorumluluğu olan, milyonlarca yurttaşı temsil etme iddiasındaki siyasetçilerin, göçüp giden tanınmış kişiliklerin ardından söyledikleri ya da söylemek zorunda hissettikleri sözler. Bir siyasetçi, bir tarikat lideri için taziye mesajı yayınlamalı mı, bu, o siyasetçi dışında herhangi birini ilgilendirir mi?
Siyasetçi, bir tarikat şeyhinin ardından, samimiyetle üzgün olduğu, ona değer verdiği, zamanında insani temas kurduğu için taziye mesajı yayınlamış olabilir. Özellikle dindar bir siyasetçiyse bu ihtimal daha yüksek ve dindar çevrede yetişmiş insanların duygularını, iç çelişkilerini, yapmak zorunda hissettiklerini ve yapabileceklerinin sınırlarını anladığımı tahmin ediyorum. Ayrıca herhangi bir insana, “Çok mu üzüldün?” sorusunu yöneltme hakkına sahip değilim, elimde bir ‘efkâr ölçer’ yok!
Siyasetçi, bir tarikat şeyhinin ardından, o tarikat mensuplarının siyasî desteğine gereksinim duyduğu için de üzüntüsünü iletme ihtiyacı duyuyor olabilir. Bu ‘ihtiyaç’ muhtemelen ilkinden daha güçlü ve daha yoğun bir istek yaratıyordur. Tarikatlar ile siyaset ve siyasetçilerin ilişkisi kimse için sır değil. Muhafazakâr-İslamcı siyasetçi ile aralarında, ‘arka bahçe-kayırılma/çıkar’ ilişkisi var. Söz konusu ilişki, 1980 öncesinde, komünizmle mücadelede devletçe yararlanma biçimindeyken, 12 Eylül darbesi ve Özal devriyle birlikte holdingleşme ve maddi güç ile ilişkiye evrildi. Sağ-muhafazakâr-İslamcı siyasetçiler ile tarikat ve cemaatler arasındaki bağ, İngiliz ve Amerikan demokrasi tarihinin yapı taşı sayılan ‘temsil yoksa vergi de yok‘ ilkesinden ilhamla, ‘kayırma ve ayrıcalık yoksa oy ve destek de yok‘ biçiminde.
Malum siyasetçilerin üzüntülerinin ve sergileme yollarının içeriğini, şeklini vs. bir yana bırakalım. Diyelim ki samimiler ya da diyelim ki oy avcılığı için yapıyorlar. Beni asıl ilgilendiren ve bu yazının nedeni olan tavır, kendilerine tepki gösteren yurttaş kesimlerine yönelttikleri karşı tepki. İktidar cenahıyla ilgilenmeyeli çok oluyor, onlar ne derse desin bir önemi yok. Ölüye ve diriye saygıyı kareli ceketlilerden öğrenecek hali yok bıkkın ahalinin. Aysel Tuğluk’un anası faşist güruhun saldırısı ardından mezardan çıkarıldı, can vermiş el kadar çocuk ve annesi miting meydanında yuhalatıldı, şu bu… tarihe böyle geçip bunlarla hatırlanacak siyasal İslamcılar, hak ettikleri gibi, onları geçelim.
Asıl can sıkıcı olan, kimi muhaliflerin tavrı. Taziye yayınlıyorlar, üstelik ölçüyü de kaçırıp ağdalı sözcüklerle epeyce iltifat ediyorlar; tepesi atan yurttaşlar tepki gösterince, bu kez kızgın yurttaşa ve yine tepeden bakan bir üslupla ‘doğru davranış’ öğretmeye kalkışıyorlar. Son yirmi yıl hiç yaşanmamış gibi, devlette yuvalanan bir cemaat darbe yapmaya kalkışmamış gibi, İslamcılar ülkeyi el birliğiyle bu hale getirmemiş gibi, eskisinin yerini yeni cemaatler doldurmuyor gibi, şimdi terörist denilen adama üç-beş yıl öncesine dek sabah akşam övgüler düzülmemiş gibi…
Siyasetçilerin, özellikle milliyetçi-muhafazakârların, halkın hali ve öfkesi konusunda pek bir fikirleri yokmuşçasına davranmaları, kolay katlanılır bir durum değil. Evet, bir siyasetçi tarikatlara saygı duyuyor ve şeyhlerini çok seviyorsa taziye yayınlayabilir ve evet bir siyasetçi kendisine yönelen tepkiyi anlamak, anlamaya çalışmak zorunda.
“Ne var yani, rahmet dilemek geleneğimizde vardır, biz böyle yetiştirildik” gibi aceleci ve had bildiren ifadeler durumu açıklamaya yetmez çoğu zaman. Milliyetçi-muhafazakâr siyaset esnafının, öfkeli yurttaşın da aynı ülkenin insanı olduğunu, tarikatlara karşı olanların ağaçta yetişmediğini fark edip, akıl vermekten vazgeçmesi gerekir. Hele ki ‘altılı masadaki’ genel başkanlardan biri kadınsa ve taziye yayınladıkları tarikat lideri, kadınların cenazesine dahi gelmesine tahammülü olmayan biriyse, bir kez daha düşünmeli insan.
Rahmet dileyen diler, üzülen üzülür, taziye yayınlayan yayınlar; ancak bu tavrı sergileyen bir siyasetçiyse, milletvekiliyse, herhangi biri gibi davranamaz ve temsil ettiklerine hesap verir. Ömrünü laik/seküler cumhuriyet ve demokrasi karşıtı olarak geçirmiş, kız çocukları ‘layıkıyla’ okumasın diye epey dil dökmüş bir tarikat lideri ile hâlihazırdaki anayasal düzen ilkelerine, aynı ölçüde saygı duymak, sahip çıkmak mümkün değil. Hem ‘tarikat sever’ hem ‘demokrat’ olamaz bir insan. Ama tutarlı, güvenilir, özü sözü bir olmayı deneyebilir.
Yazı önerileri:
Köşe komşum Levent Gültekin’in yazısı.
Medyascope’ta, Mahmut Ustaosmanoğlu ile ilgili Doğu Eroğlu’nun kaleme aldığı kısa ve iyi bir özet.
İsmail Saymaz’dan, ‘Mahmut Efendi’ yazısı.