MESUDE ERŞAN
@mesudersan
mesudeersan@diken.com.tr
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. N. Ahmet Erözenci, “Cerrahpaşa aslında dört senedir yok! Yıkan doğal afet değil, insanlar” dedi.

Erözenci sadece hekim değil, ilk kitabı 1992’de basılan, üç dönem PEN’de görev alan, iki sene önce kendi yazarlık okulunu açan bir yazar. İki kitabı ABD’de yayınlandı. 14’üncü kitabı, Çürümüş Bir şey Var Danimarka Krallığında ise yeni çıktı.
Kitap adını, Shakespeare’in Hamlet oyunundaki bildik replikten alıyor. Oyunda kalenin surlarında nöbet tutan er Marcellus bu replikle, ülkedeki çürümüşlüğün kokusunun burnuna kadar geldiğini ifade ediyor.
Erözenci romanında, adını açık yazmasa da 1975’de öğrencisi olarak kapısından girdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin son yıllarını da anlatıyor. Aslında sadece Cerrahpaşa’nın değil, ülkedeki akademilerin benzer şekilde, içten içe, adım adım nasıl çürütüldüğünün ipuçlarını veriyor. Son yılların toplumsal ve siyasi değişiminin, her geçen gün artan baskıların tıp eğitimine, kliniklere, sağlık hizmetlerine yansımasını, özeleştiri de yaparak paylaşıyor. Gece otogarda patlayan canlı bombayla ağır yaralanan ve acil ameliyata alınan yaralıya müdahalede yaşananları, yüzleşmelerle birlikte aktarılıyor.
42’inci yılında hekimlikten emekliliğe ve sadece yazmaya hazırlanan Erözenci ile son kitabı vesilesiyle bir araya geldik. Röportajımızda, hekimliği, tıp eğitimini, ani bir kararla taşınmasına karar verilen Cerrahpaşayı masaya yatırdık.
‘300 tomografiden, 10’unda anlamlı bir şey çıkıyor’
Tıbbın varoluş nedeni insan. Ancak Erözenci, durmadan gelişen teknolojinin insan öğesini dışlamaya başladığını düşünüyor. Öğrenciliğinde sahaflardan aldığı Teşhisten Tedaviye kitabında, Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam yaklaşık 400 sayfada, sırf hastayla konuşarak ve nabızdan nasıl tanı konulacağını anlattığını belirten Erözenci, şöyle devam etti: “Bu muhteşem bir olay. Şimdi tabii ki teknolojiyi kullanmak zorundayız. Ama teknoloji ilerlerken hastayla konuşmayı, öykü almayı bıraktık. Örneğin Cerrahpaşa’da 10 dakikada bir hasta bakıyoruz. Bu süre içinde, hastanın şikayetini dinlemek, sorgulamak, ön tanı geliştirmek, tanıyı doğrulamak ve tetkikler istemek ve tümünü sisteme girmemiz gerekiyor. Asistan arkadaşım, hiçbir şey atlamamak için direkt tomografi istiyor. Atlarsa malpraktise girecek. Bizde tomografi için 3,5-4 ay sonraya gün verilebiliyor. Ama 300 tomografiden, 10’unda anlamlı bir şey çıkıyor.”
‘Devlet üniversiteleri, devlet eliyle batırıldı’
Son 20 yılın iktidarı AKP, hastaların, ‘müşteri’ olduğunu, ‘hekimlerin ellerini hastaların ceplerinden çıkarılacağı‘nı söyledi durdu. Bir yandan hastaları, hekimlere düşman etti. Diğer yandan gereksiz tahliller, zaman kaybıyla birlikte maliyetler de çok yükseldi. Erözenci şunları söyledi: “Devlet hastanelerine performans getirilince, kazandırmayacak hasta alınmadı, onlar üniversite hastanelerine geldi. SGK üniversite hastanesine ödediği tutarın çok daha fazlasını özel hastanelere verdi. Üniversiteler fakirleşmeye başladı. Eskiden Cerrahpaşa ve Çapanın (İstanbul Tıp Fakültesi) döner sermayesi bütün İstanbul Üniversitesini döndürürdü. Şimdi kendimizi hiçbir şekilde döndüremiyoruz.”
Tıp fakültelerinin sistemli bir şekilde çöktürüldüğünü söyleyen Erözenci, “Şirketler ilaç satmıyor, tıbbi malzeme yok. İhaleye bile girmiyorlar” diyerek gelinen acı tabloyu özetledi.
‘Algı yönetimine karşı gerçekleri anlatmalıydık’
İktidar algı yönetimi yaparken, hastanelerde yaşanan sıkıntılar olması gerektiği kadar ortalığa saçılmadı. Sistem kendi içinde bazı açıkları kaparak, hizmet vermeye devam etti. Hastalar kendilerini doğrudan ilgilendiren sorunların çok farkında olmadı. Erözenci geriye dönüp baktığında bunun bir hata olduğunu düşünüyor: “Örneğin tam gün yasası (hekimlere ya hastane ya da muayenehane dendi) çıktığında, kliniğimde 10 civarında öğretim üyesi, altı ayrı alt uzmanlık dalı vardı. Kapıya, yönetmelik gereği ameliyat yapamayacağımız bilgisini asmak yerine arkadaşlarım ameliyatları yapmaya devam etti. Benim (muayenehanesi olmadığı için) adım yazıldı. Hasta ceremesini çekmedi. Halbuki bunu yapmasaydık hastalar ve yakınları da neler olduğunu anlayabilirlerdi.”

Üniversite hastanelerinde malzeme sıkıntısı malum. Hastadan malzeme istenmesi yasak. Erözenci, “Bazı malzemeleri iyi steril ettik, yeniden kullandık. Bazılarına durumu izah ettik, malzeme aldırdık. ‘Hayır arkadaş, bu bu bu nedenle yapmıyorum’ diye anlatmalıydık. İddia ettikleri gibi kimliğini gösteren özel hastaneye gidebildi mi? Özel hastanede yüzde 200 fark alıyorlar” dedi.
‘Dünyanın neresinde görülmüş profesör ve doçent sayısının yüzde 800 arttığı?’
Peş peşe özel tıp fakülteleri açıldı. Bunlara yeni, niteliksiz devlet tıp fakülteleri de eklendi. Halen 91’i devlet, 37’si vakıf üniversitesi var. Toplam öğrenci kontenjanı yaklaşık 18 bin 500. Erözenci, “Üniversite açmak için iki üniversite, iki yüksekokul, tıp fakültesi açmak için 250 yataklı hastane yetiyor. Hastanesi olmayan afiliye gösteriyor” diyen profesör, şöyle devam etti: “Öyle afiliye yerler biliyorum ki profesör, doçent meslektaşlarımın yüzde 92’si hayatında ders vermemiş. Dosya üzerinde doçent ve profesör olunuyor. Eğitimin kalitesi hızla düştü, düşüyor. Dünyanın neresinde görülmüş, profesör ve doçent sayısının yüzde 800 arttığı? Yurt dışında bu durumla alay ediyorlar” dedi.
‘Tıp fakültesine giren öğrenciden çok fazlası mezun oluyor!’
Sadece Cerrahpaşa Tıp Fakültesi her sene 300 öğrenci alınıyor. Altı sene sonunda mezun olanların sayısı, ara sınıflarda alınanlarla (yatay geçişler) 400’e yaklaşıyor. Dünyada örneği olmasa da sistemin buna izin vermesini eleştiren Erözenci, “Yıllar önce fakülteye 150 kişi girmiş, 112’miz mezun olmuştuk. Tıp fakültesi ilk binden öğrenci alır (bu yıl 60 bine kadar düştü), hocalar bizi, biz hocaları bilirdik. Gelişmiş ülkelerdeki fakültelerde, örneğin Harvard Tıp Fakültesi’nde mezun olma oranı yüzde 80’lerde” dedi.
Erözenci, sistemi bu hale getirenlerin bugüne dek yaptıkları sayısız yönetmelik değişikliklerini gözden geçirecekleri sözlerine inanmıyor: “Sınav yapan kurumlara atadıklarının soruları satmaları, çalmaları, yandaşlara servis edilmesi birden fazla kez yaşanmışken; YÖK rektör atama kriterlerini belli bir kişi atansın diye birkaç saat için değiştirmişken, hangi değişiklikten ne bekleyebiliriz? Sorunu yaratanın çözümün bir parçası olduğu nerede görülmüş?”
‘Tek vakanın yayınında, beş bölgedeki, beş şehirden imza’
Tüm üniversitelerde ‘kişiye özel kadrolar’ açılıyor. Atanacaklar belli olsa da sadece bir prosedür yerine getiriliyor. Cerrahpaşa da bundan muaf değil. Erözenci’nin kitaptaki benzetmesi gibi, hastaneler hücreden farksız. Yetkin olmayan kişileri öğretim üyeliğine atayarak eğitimin DNA’sını bozuyor, onların öğrencilere yetersiz bilgi vermeleriyle de bilimin enerjisini yok ederek fakülteyi öldürüyorlar. Erözenci, “Kapalı kapılar ardından bize idarenin atadığı yöneticiler de ‘bu iş böyle yürümez’ diyor. Ama pratik farklı. Kliniğe son atananın sınavında bizden kimse yoktu. Jüriyi dışarıdan, kendilerinden atıyorlar. Gözetmen ‘Sen neredensin?’ diye sorunca, ‘Rektörün tanıdığıyım’ diyecek rahatlıktalar. Dört yayınla doçentliği başvuran gördüm. Saygısızlık ama sistem buna izin veriyor. Olgu tebliğinde (tek bir vakanın) bana gelen bir başka dosyada, Edirne, Antalya, Gaziantep, Artvin, Kırıkkale’den isimler vardı. Olabilir mi bu?” dedi.
‘Bu Cerrahpaşayı öldürme hikayesi’
6 Şubat depremlerinden sonra, ani bir kararla Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin de boşaltılması ve güçlendirilmesi kararı alındı. 2018’de TOKİ ile inşaat sözleşmesi yapan fakültenin klinikleri dört yıl boyunca teker teker yıkıldı. Ancak beklenen inşaat bir türlü başlamadı. Hastane koca bir otopark olarak kaldı. En son Prof. Dr. Murat Dilmener ile İstanbul Araştırma ve Uygulama Hastanelerine taşınmasına karar verildi. “TC’de 17 bakanlık var. Bizde dokuz başhekimlik yardımcılığı. Başhekim ve yardımcılarının hepsi, dört senedir olmayan Cerrahpaşa’ya son üç senede gelenler” diyen Erözenci, anlatmaya şöyle devam etti: “Bu fakülteyi öldürme hikayesi. Dört senedir bir şey yapmamışlar, kafalarına şimdi taş mı düştü? Hesapta inşaatı Rönesans yapacakmış. Murat Dilmener, acil durum hastanesi. Cerrahpaşa’nın kurum kimliği, aidiyet duygusu giderek kayboluyor. Kendini ait hissedenler, Cerrahpaşa’ya rağmen değil, Cerrahpaşa’yla beraber bir yere gelmek isteyenler. Biz ‘Cerrahpaşa’ya aitim’ diyen bir nesiliz. Size belki romantik bir düşünce gelecek ama ben dinimi kaybettim, sevgilimi kaybettim. Üzücü olan bu. Her duvarında anısı olan bir yer yok ediliyor. Yanılmayı çok isterim ama yapacaklarına inanmıyorum.”
‘Küstahlıklara izin vermek hataydı’
Erözenci romanında, hasta ve yakınlarıyla yaşarken üzerinde çok durmadığı, şimdiyse giderek dozu artan bir küstahlık olarak yorumladığı bazı olayları da aktarıyor. Beş yaşındaki kızını muayene etmesinden önce, kötü niyetinin olmadığına inanmak için önce kelime-i şehadet getirmesini isteyen babayı, camiye gidip gitmediğini soranı, ‘selamünaleyküm’ diyen hastaya ‘günaydın’ diye yanıt verince ‘Sen kimsin ki Allah’ın selamını almıyorsun!’ diye çıkışmasını, Ramazan’da masasında çay gören hastanın, ‘Kâfir misin ki oruç tutmuyorsun?’ diye sormasını.
Bunları hekimlerin birbirlerine anekdot olarak anlatmakla yetindiklerini belirten Erözenci, şunları söyledi: “Hiçbirimiz bu lafları edenlere çıkışmadık. Onları susturmadık. Orucun asıl anlamının sadece aç kalmak değil, nefsî kontrol olduğunu, oruç tutanın kimse hakkında kötü düşünmemesi, yalan söylememesi gerektiğini söylemedik. Kimsenin inançlarını sorgulama hakları olmadığını tek bir cümleyle bile dile getirmedik. Terslemedik, çık odadan dışarı, diye kovmadık. Gel kardeşim, yaradanın benim için anlamını sana anlatayım, diye kendimizi açıklamaya çalışmadık. Kaybettiğimiz hasta için, ‘Elimizden geleni yaptık’ diye kendimizi rahatlatırken, yaşamımız için elimizden geleni de gerekeni de yapmadık. Ve küstahlıkları yanlarına kâr kaldı. Ve kâr kaldığı, hiçbir yaptırımla karşılaşmadıkları için aynı şekilde davranmaya devam ettiler. Dozu artırarak.”
Prof. Dr. N. Ahmet Erözenci kimdir?
1956 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi – Cerrahpaşa, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi. Sadece Bir Gece İstiyorum (1992), Ve Yalanlar Ve Sessizlik (1997), Bir Kaçıştır Yaşamak (2000), Mut İçin Bir Öykü (2008), Mükemmel Katilin Peşinde (2015), Tutku ve Aşkın Kutsal Kitabı (2016), Plasebo – Bir Yalancı Mutluluk Romanı (2021) isimli romanların yazarı. İlk üç kitap daha sonra Yalnızlık Üçlemesi (2003) adıyla yayınlandı. Öykülerini Kaleydeskop (1998) isimli kitabında toplayan Erözenci’nin, anıların yaşamdaki yerini anlattığı kitabı Bir Gölgenin Ardından (2010) adıyla yayınlanmıştır. Bunların yanı sıra kanser hastalığında iletişimin önemini konu edindiği Bir Türk Filmi Olarak Kanser (2013) isimli kitabı var. Bu kitap Healing Cancer with Words; Mükemmel Katilin Peşinde isimli kitabı da Trailing the Perfect Killer isimleriyle Amerika’da yayınlandı.