ŞULE TÜRKER
suleturker34@gmail.com
@suleturker34
Akıllı aygıtlar, yaygın sosyal ağlar, dijital platformlar… Hayatımızı kolaylaştırdığı, ufkumuzu genişlettiği, uzakları yakın kıldığı kadar çalışma hayatından ikili ilişkilere, evliliklerden flörte birçok alanda yeni formları da beraberinde getirdi.
“Yeni ilişki formları, yeni ilişki patolojilerini de beraberinde getiriyor. Lakin onları tanımlayacak kavramlara -henüz- sahip değiliz” diyen psikiyatr Prof. Dr. Erol Göka, “Hala eski eş-aile terapisi kitaplarını okuyor, onlara göre insanlara yardım etmeye çalışıyoruz. Şu an psikiyatriyle psikolojiyle uğraşan insanı bekleyen en büyük tehlike, 20 yıl önceki bilginin hala geçerli olduğunu sanmasıdır. Artık yeni bir denizin balıklarıyız, burada yüzmeyi öğreneceğiz. Hem insan olarak hem de profesyoneller olarak” diyor.
Hayatımızda giderek daha fazla yer tutmaya başlayan dijital uygulamaların -farklı nedenlerden- psikolojimizi bozduğuna dikkat çeken Göka, görülme sıklığı artan hiperaktiviteyi örnek veriyor: “Eskiden 15 yaş üstünde nadir görülen bir rahatsızlık olan dikkat eksikliği- hiperaktivite artık erişkinlerde de görülüyor, neredeyse hepimize musallat olmuş vaziyette. Dikkat eksikliği dediğimiz şey, artık neye nasıl zaman ayıracağımızı ayarlayamamakla ilgili.”
Göka’nın altını çizdiği bir diğer konu; sıklıkla duymaya başladığımız ‘anda kalmak’, ‘kaygı yaşamamak’, ‘iyimser olmak’ düşünceleri. “Psikoloji profesyonelleri, bazen normal hayat akışını ortadan kaldırmaya sebep oluyor ” diyen Göka, şöyle devam ediyor: “Psikolojik sağlık adına, keyif endüstrisi gibi, kaygıyı yok etme, gevşeme, gevşek gevşek dolanma sektörü gibi bir şey ortaya çıktı. Kaygıyı yok ettiğimizde ahlakı da yok edeceğimizi, bu durumun ötekine karşı hislerimizi ve sorumluluk anlayışımızı ortadan kaldıracağını göremedik.”
Pandemide Sağlık Bakanlığı Toplum Bilimleri Kurulu üyeliği görevini de üstlenen Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Eğitim ve İdari Sorumlusu Göka’yla kapsamlı ve ufuk açıcı bir sohbet gerçekleştirdik.
Kaygı, trafik lambaları gibidir
Kaygılı olmak, bertaraf etmemiz gereken bir durum mu?
Hayır, hayır, hayır. ‘İnsan kaygı ile umut arasındadır’; Peygamberin bu sözü, varoluşçu bir manifestodur aynı zamanda. İnsanın ne olduğuna, niteliğine dair muazzam bir ifadedir. Kaygı, varlığımıza içkindir, yapımızın, mayamızın içinde vardır, sadece fırsat buldukça açılır. Ne zaman dert, bozukluk haline gelir, o bizim ilgilenmemiz gereken bir problematiktir. Meslektaşlarımız da her kaygının, kaygı bozukluğu olmadığı konusunda uyarılarda bulunuyorlar. Her kaygı hissettiğinde onu illa bertaraf et, hemen ferahla, rahat ol, böyle bir şey yok. Tam tersi, kaygıdan öğrenmenin, kaygımızı işaret olarak kabul edip, onu okuyabilmenin ve ona göre yönlenmenin önemli olduğunu söyleyebiliriz.
Varoluşçu psikolojinin pirlerinden birisi olan Rollo May -‘Kaygının Anlamı’ kitabın da yazarı- daha 1950’lerde, psikiyatri ve psikolojik bilimlerin işleyişini eleştiriyor ve “kaygıya savaş açmayın” diyor. “Kaygıya savaş açarsanız, kaygıyı alt etmek, yaşamanın ve psikolojinin birinci problem haline gelirse, daha sonra keyif verici, kaygı giderici maddelerin bağımlılığıyla uğraşmak zorunda kalırsınız” diye adeta çığlık atıyor. Bugün alkol ve madde bağımlılığıyla ilgili onca dert yaşamamız, insanların hazzı ve keyfi ön plana çıkarmaları, dilimizi bile değiştirerek ‘keyif aldım, verdim’ deyip durmamız, biz modernlerin bu uyarılara kulak asmamızla ilgili. Farkında bile değiliz ama birçok şeye, en çok da kaygıya düşmanız. Kaygıyı trafik lambalarına benzetebiliriz. Trafik lambaları, trafiğin işleyişinde ne kadar gerekliyse, kaygı da insan için o kadar lüzumludur. ‘Bir şey ters gidiyor’ diye uyarıdır, içimizdeki kırmızı ışığın ‘dikkat et’ diye yanıp sönmesidir.
‘Anı yaşamak’ pandemiyle birlikte daha da ön plana çıktı. Geçmişten pişmanlık duymamak, gelecek için kaygılanmamak, anda kalmak. Bu düşünce tarzı meslektaşlarınız tarafından da savunulmuyor mu?
Maalesef. Kimse incinmesin diye çok kurcalamayalım burasını ama kaygıyı derinlemesine anlamama, idrak edememe konusunda bizim payımız büyük, haklısın. ‘Siz rehberler böyle olursanız ahalinin vay haline’ diye üstüme gelme! Biz en nihayetinde kendileri de bir parça yolunu şaşırmış ‘modern rehberler’iz.
Bu düşünce tarzı-yaklaşım sorumluluk almaktan da kaçındırıyor sanki insanları?
Şüphesiz. Kaygıya savaş açarsan, insanları sürekli şimdiyi, anı keyiflice yaşamaya davet edersen, neyi, nasıl yapacağını, üstüne düşeni nasıl kavrasın? Oysa kaygının psikolojik bünyemizde zaten bulunduğunu bilmek ve işaret olarak okumaya çalışmak, insan hayatının sorumluluklarla dolu olduğunu idrak etmek, mutluluk dediğimiz şeyin ancak bu sorumluluğu yerine getirdikçe gerçekleşeceğinin altını çizmek gerekiyor(du). Sorumluluğunu yerine getirmenin huzuru da beraberinde getireceğini, hayat mücadelesinin ancak böyle mümkün olacağını, ara vermenin, durup dinlenmenin, en çok da kendimize, iç dünyamıza bakmak ve çeki düzen vermek manasına geldiğini… Ama böyle yapmak yerine her fırsatta psikolojimizi hazza, keyfe ve tatile davet eden bir anlayış egemen. Psikoloji profesyonelleri ve inandıkları teoriler, bazen normal hayat akışını ortadan kaldırmaya yol açıyor.
Böyle yaşamak insanı bencilleştirmez mi aynı zamanda?
Bencilleştirir tabii ki. Sorumlulukla mutluluğun yan yana getirilemez olduğu bir dünyanın içine düştük adeta. Psikolojik sağlık adına, keyif endüstrisi gibi, kaygıyı yok etme, gevşeme, gevşek gevşek dolanma sektörü gibi bir şey ortaya çıktı. Kaygıyı yok ettiğimizde ahlakı da yok edeceğimizi, bunun ötekine karşı hislerimizi ve sorumluluk anlayışımızı ortadan kaldıracağını göremedik.
İlişkilerin dijital platformlar odağında yaşanması konusuna gelirsek, sizce bu format ve beraberinde gelen ilişki yaşama biçimleri geçici mi, yoksa artık ilişkiler böyle mi yaşanacak?
Üzülerek söylüyorum, bundan sonra böyle yaşanacak. Birçok düşünür, bazı meslektaşlar bu durumun tehlikesini, gidişatın pek de iç açıcı olmadığını fark ettiler. Ama sözlerine kulak veren yok, görebildiğim zaman diliminde güçlü bir umut ışığı da yok. Hayatın, insanın ve ilişkilerinin ne olduğuna ve ne yapmamız gerektiğine ilişkin öyle derinlemesine, enine boyuna düşünenlere yüz verilmiyor. Hal böyle olunca sadece teknoloji ve akıllı aygıtların belirlediği, onların sınırlarını çizdiği şeyler gerçekmiş gibi görünüyor. Hayat ile oyun, gerçek ile sanal ayrımı anlamını yitiriyor. Hatta oyun ve sanallık, gerçekten de gerçek mertebesine yükseliyor. Eskiden yüz yüze olan ilişkilerin yerini sosyal medya aldı diye hızla geçiştirilecek, sadece basit, niceliksel bir değişiklik yok. Bütün bir hayat, insan, insanlık ve ilişki anlayışı altüst oluyor, devasa bir hercümerç yaşanıyor.
Yeni denizin balıklarıyız
Teknolojinin gelişmesi ve bilişimdeki sıçramalarla sosyal medya ortaya çıktı, bir anda kendimizi onun içinde bulduk. Teknomedyatik dünya, içinde yüzdüğümüz bir deniz haline geldi, biz bu yeni denizin balıklarıyız.
Bir insanın hayatı boyunca kaç yakın dostu olabilir? Bir elin parmakları kadar, hadi iki ile çarp. İnsan hayatı 24 saatle sınırlı, o değişmedi ama sosyal medyada bir anda dünyanın her yerinden yüzlerce, binlerce insanla temas kurabiliyorsun. Bu arada iç dünyamızda ne oluyor, bu hıza, ritme ayak uydurabiliyor muyuz? Gerçekten ilişkileri içselleştirip, kendimizin kılabiliyor muyuz? Her şey çok hızlı, çok kaygan, çok değişken ve neredeyse ‘like’ sayısıyla ölçülen bir değerlendirme sistemi var. Eskiden sorumluluk ölçüsünde değerlendirirdik yakınlıkları, ona göre arkadaşlıklar dostluğa yükselirdi. Bana sorarsan insan ruhsallığı buna uygun değil, olan bizatihi insanın kendisine oluyor. Kendimizi ve geleceğimizi tamamen teknolojinin ellerine bırakmış durumdayız. Bu arada psikolojimiz alt üst oluyor. Demek istediğimi şöyle toparlayayım; teknoloji mi kazanacak, ontoloji mi belli değil, ikisi arasında inanılmaz bir savaşa tanık oluyoruz.
Dijital uygulamalardaki yeni arkadaşlık-ilişki formu; bir tuşla engellemek, silmek, beğenmek v.s. tüm bunlar ruh sağlığını nasıl etkiliyor?
Psikolojiyi bozuyor. Hatta yeni rahatsızlık biçimlerini gündeme getiriyor. Mesela dikkat eksikliği-hiperaktivite diye bir rahatsızlık var, çocuklarda görülürdü, şimdi erişkinlerde de görülüyor. Eskiden biz bunu 15 yaş üstüne nadir görülen bir rahatsızlık olarak okurduk şimdi neredeyse hepimize musallat olmuş vaziyette. Dikkat eksikliği dediğimiz şey, artık neye nasıl zaman ayıracağımızı ayarlayamamakla ilgili olsa gerek. Ama ona iyi gelecek ilaçları araştırmaktan gerçek nedeni araştıramıyoruz.
Madem bu kadar açıldık, biraz daha ileri gideyim; hala 30 yıl önceki eş terapisi ya da aile terapisi kitaplarını okuyor, onlara göre insanlara yardım etmeye çalışıyoruz ama aile derken, eş derken 30 yıl öncesiyle aynı şeyleri mi kast ediyoruz? Kesinlikle hayır. Bakmayın siz bizim eski kavramlarla yeni durumları anlamaya çalışmamıza. Aslında yeni ilişki formları, yeni ilişki patolojilerini de beraberinde getiriyor. Lakin onları tanımlayacak kavramlara -henüz- sahip değiliz.
Sizin için de yeni bu durumlar…
Hem de nasıl! Şu an psikiyatri ve psikolojiyle uğraşan insanı bekleyen en büyük tehlike; 20 yıl önceki bilgisinin hala geçerli olduğunu sanmasıdır. Artık yeni denizin balıklarıyız, burada yüzmeyi öğreneceğiz. Hem insan olarak hem de profesyoneller olarak. Bizim için de çok yeni. Bunu bileceğiz ve bu yeni durumun psikolojimizde ne gibi değişiklikler getirdiğini mutlaka öğreneceğiz.
Bu durum sadece ilişkiler için de geçerli değil galiba?
Evet, sadece ilişkiler değil. Mesela benim kuşağımın akıllı aygıtlardan haberi yoktu tıp ve psikiyatri eğitimimiz sırasında. Türkiye’de ilk bilgisayar kullananlardanım, psikiyatri uzmanıydım o zaman. Ama şimdi çocuklar bu dünyanın içine doğuyor. Onlar bu dünyanın gerçek yerlisi, biz ise muhaciriz. Dijital dünyanın içine doğan çocuklarda ne gibi ruh hali ortaya çıkıyor? O çocukların temel bakımını veren, bizim kitaplarda yazdığı gibi gerçekten anne mi? Bu çocuğun hayatındaki önemli nesneler kim, akrabalar, büyükler hala önemli mi? Anne babasının sürüklendiği ilişki ağı içinde çocuklar nerede duruyor? Daha da önemlisi ebeveyn, çocuğun dünyasında nerede yer alıyor, gün boyu elinden düşürmediği akıllı aygıtta gördüğü nesneler çocuğun iç dünyasını biçimlendirmede ne kadar rol alıyor? Bunları hiç bilmiyoruz. Teorilerimiz tamamen eskimiş vaziyette. Burada bizi bekleyen büyük tehlike olarak ‘bilimsel muhafazakarlık’ kavramını öne sürmek istiyorum. Bilmediğimizi, teknoloji ve ontoloji savaşının içinde kalakaldığımızı kabul etmek zorundayız. Öyle olunca bu gerilime uyan yeni durum nedir bunu tespit etmek, bu durumda insanlara nasıl yardımcı olabiliriz onun yollarını bulmak zorundayız.
Cinsel eğilimler, tercihler de değişiyor?
Teknoloji-ontoloji savaşı diye anlatmaya çalıştıklarım çerçevesinde bakarsak meseleye, bedenin, arzu akışının ve cinsiyet tercihlerinin teknolojinin müdahale alanı içine girdiğini kolayca kavrarız. Yetişkinin zihin dünyasında, psikolojisinde bunlar var. Bu dünyanın içine doğmuş çocukta kim bilir nasıldır? İnsan bedeninin de cinsiyetinin de değiştirilebilir olduğuna ilişkin söylemler tarafından cezbediliyoruz ve bunlar bize hayli bilimselmiş gibi sunuluyor. Bedeninin bile değiştirilebilir olduğunu algılayan varlık kendi geleceğini nasıl planlar? İnsanı zıvanadan çıkaracak kadar zor bir soru…
Evlilik dinamikleri de farklılaştı; örneğin çiftler evlenseler de herkesin kendine ait evi duruyor; İki ev, bir evlilik. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sık evlenen, sık boşanan ama yalnız yaşamaya da teşne bir sosyoloji var dünyada. Bu ABD, Kanada, İngiltere’de 30 yıl önce başladı, şimdi bütün dünya oraya doğru gidiyor. Hetoroseksüel gençler artık evlenmek istemiyorlar, yalnız yaşamayı tercih ediyorlar. Bu tercihin nedeni nedir henüz tam anlamış değiliz. Dijital ortamlar, sosyal ağlar sorumlu büyük ihtimalle. Belki bu ağlar içinde kalmak yetiyor. Evlenmeyi daha çok hetoroseksüel olmayanlar tercih ediyor. Onların evlilikleri, törenleri daha revaçta batıda. Böyle bir dünyada sağlıklı ikili ilişkiler konusunda eski bilgilerimi savunacağım, bunların hala geçerli olduğunu düşünüyorum ama karşımdakine bunu anlatmanın çok zor olduğunu da biliyorum. İnsan ilişkilerinin temel psikolojik ölçütleri bence hala geçerli. Hayat, paylaşmaktır. Aynı evi paylaşmak, eş olmak mahrem alanı ortadan kaldırmaz, kaldırmamalıdır. Evlilik merasimlerde hala ‘iyi günde kötü günde’ deniliyor, çok anlamlı bu ifade; o dayanışmanın, sırt sırta, yan yana olmanın getirdiği o yoldaşlığın güçlü kıldığı duygular var. ‘New age’ psikoloji yaklaşımlarında bunlar kaçırılıyor. Ne kadar önem verirsen, o kadar sorumluluk alıp, paylaşırsın. Aynı yerde yaşamanın, bütçeyi, geleceği, çocukları, akrabaları paylaşmanın -sorunları olabilir elbette- anlamı ve önemi çok daha fazla. İmkanım olsa eş olmanın, partner olmakla farkını anlatmaya çalışırdım, ama aşka yer kalmayan dünyada bir anlamı var mı bunun bilmiyorum.
Hayat bir iyimserlik oyunu değil
Son günlerde sıklıkla duyuyoruz, iyimser olmanın uzun ve sağlıklı yaşam sürmeye katkısı olduğunu savunan bilimsel araştırmalar yayınlanıyor. Katılıyor musunuz?
Böyle çalışmaları ben de görüyorum, gülüp geçiyorum. Hayat, bir iyimserlik oyunu değildir, Polyannacılıkla hayat mücadelesi sürdürülemez, takılır düşersin, tepetaklak olursun. İyimserlik sözünden pek haz etmem. Kötümser de olmayalım, iyimser de olmayalım, kaygı ile umut arasında olalım. Umut da kaygı gibi insanın ontolojisinde var. İnsan yaşadıkça umutlu olmayı becerebilen bir varlıktır ve o yanımızı beslemek durumundayız. Kaygıya karşı mücadelede bize en çok yardım edecek güç içimizde var, bu Polyannacılık değil. Umutlu olmak iyi bir şey. Gerek psikolojide gerek felsefede en yanlış anlaşılan konulardan birisidir, iyimserlikle karıştırılıyor. İnsan umutludur. Pandemide şunları konuşabilir miydik, hiç plan yapamıyorken, adeta elimizin altındaki her şey dağılıyorken, ayağımızın altı sürekli kayıyorken, bak şimdi konuşabiliyoruz. Umut sayesinde bugünlere geldik. Hepimiz öldük, bittik deseydik, bıraksaydık bugünlere ulaşamazdık. Bu umutlu yanı, gerçekten insanı dinç tutan, psikolojik dayanılıklığını artıran bir yan. Ömrümüzü de uzatırsa ne ala. Büyük ihtimalle bahsettiğin iyimserlikle ilgili araştırmalar da aslında insanlarda umut duyargalarının açık olmasına işaret eden çalışmalar. Merhametin acıma ile karıştırılması gibi umut da iyimserlikle karıştırılıyor.
Yeri gelmişken sorayım; merhametten maraz doğmaz mı?
Doğmaz. Acımak berbat bir duygu. Hepimiz hissederiz de biran önce onu merhamete çevirmemiz lazım. Çünkü acımak, kendinizi üste koymak, acıdığımız kimseye tepeden bakmaktır. Merhameti kıyamamak olarak anlıyorum. Canlılara, tabiata kıyamamak… Merhamet gösterdiğimizde aynı zamanda ondan da bize karşı merhamet istiyoruz. Birlikte en iyi biçimde dünyada nasıl yaşayabiliriz temel derdimizin o olmasını düşünmeye ve öyle yaşamaya zorluyor bizi merhamet.
Nöbetçi psikoloji uzmanı gibiydim
Pandemide bozulan ruh durumumuz şu günlerde ne alemde, ‘ruhsal pandemi’ bitti mi?
Biliyorsun pandemi boyunca Toplum Bilimleri Kurulu’nda da çalıştım. Bunu şunun için vurguluyorum; tüm meslektaşlar toplumun ruh sağlığını, psikolojisini gözlüyorduk ama ben görevli olarak adeta ‘nöbetçi psikoloji uzmanı’ gibi olmuştum. Gözlemlerime ve yılların tecrübesine dayanak pandemi ve ruh sağlığı konusu her açıldığında şunu söyledim; bir tünele girdik, tünelden çıkmadığımız sürece yapılacak psikolojik gözlemler ve değerlendirmeler konjonktüreldir, yani bu döneme özgüdür. Gerçeği ancak tünelden çıkınca görebiliriz. Bu yüzden bu konuda kesin ifadelerden, abartılı genellemelerden kaçınılmalıdır.
Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri bölümünün idari sorumlususunuz aynı zamanda. Birçok şey belki ilk kez yaşandı ama süreçte sizi en çok şaşırtan ne oldu?
Şunu belirtmek istiyorum; psikolojide öğrendiklerimizin böyle büyük salgınlarda, felaketlerde tam da öğrendiğimiz gibi gerçekleşmediğini pandemide gördük. Çünkü insanların dayanışmaları ve dayanılılıkları daha ön plana geçiyor ve bizim okuduğumuz, öğrendiğimiz şeylerin olmasına imkan vermiyor. Salgın psikolojisinde dayanışma ve dayanıklılık mekanizmalarını da hesaba katmak gerektiğini anlamış olduk.
Yeni bir dalga olursa işler daha zor seyredebilir
Yeni bir dalga ile karşılaşırsak daha iyi bir süreç yönetimi olur mu?
Biz bu süreçten çok şey öğrenerek çıktık -inşallah olmaz- artık daha tecrübeliyiz, yeni salgınlarla ilgili hazırlıklıyız. Covid bitmiş değil, zaman zaman hocalarımızdan ciddi uyarılar geliyor yeni dalgayla ilgili. Teyakkuzda olmak lazım.
Toplum -ruh sağlığı açısından- ikinci bir dalgayı kaldırabilir mi?
İnsanın başına bir dert geldiğinde onunla mücadele edebiliyor, ancak tam onu halletmişken hem o kötüleşip hem yeni bir dert gelirse, tekrar ayağa kaldırmak zorlaşıyor. Günlük hayatta da böyledir, dertler üst üste geldiğinde, mücadele azmimiz, şevkimiz kırılır. Hatırladığımızda kötü olduğumuz şeyleri -hayat eve sığar gibi- tekrar hayata geçirmek zorunda kalmak bizi çok yorar. Bunca bilgi birikimimize ve tecrübemize rağmen işler daha zor seyredebilir.
‘Psikoloji, Varoluş, Maneviyat’ kitabınızda anlatmak istediğiniz nedir?
Ben psikolojiye bakışımı epey zamandır ‘varoluşçu-dinamik yaklaşım’ diye niteliyordum. Yazılarımda, kitaplarımda Müslüman dünyada varoluşçu terminolojiyi nasıl algılıyoruz sorusuna cevap vermeye ve buradan yapılabilecek, ufuk açıcı olduğunu düşündüğüm katkıları sunmaya çalışıyordum. Son kitabımda bu çabalarımı daha bütünlüklü bakış içinde toparlamaya gayret ettim. Bunun için maneviyat kavramına yeni bir içerik vermek istedim. Kitabın bence asıl özgün yanı da maneviyat kavramına getirdiği yeniliktir.
Eskiden tüm varoluşçular gibi ben de ölüme odaklıydım, insanın faniliğinin ve bunu bilerek yaşamayı sürdürmesinin temel çelişme olduğunu düşünürdüm. Fanilik ve fanilik bilinci önemli ama onu zaten insan olmak hasebiyle şöyle ya da böyle hepimiz başarıyoruz. Psikolojimizin işleyişinde ondan ziyade hayatına anlam vermek, kendi hayat planını yapmak ve yaşama tarzını ayarlayacağı idealler belirlemek sanki daha birinci planda yer alıyor. Anlamlı hayat sürebildiğimizde, ölümü de daha kolay kabul edebiliyoruz. Yaşamımızı da daha her şeyi yerli yerine koyarak sürdürebiliyoruz. Ben, dini inancı olsun olmasın bütün insanların böyle olduğunu düşünüyorum, herkes hayatına bir anlam vermeye çalışıyor. Kavramları değişik olabilir, meşrebi farklı olabilir ama hepimiz yaşama yolumuzu bulabilmek için bir anlam haritası oluşturmak, değerler, idealler ve hedefler belirlemek durumundayız. Yapamazsak, varoluşsal sorunlar da başlıyor, hayat mücadelemizde aksamalar ortaya çıkıyor. İşte hayatımıza anlam ve değer katan, yaşama yolumuzu, ideallerimizi belirleyen bu alana ‘maneviyat’ diyorum. Kitabın üçte biri bunu anlatmaya çalışıyor, geri kalanında da bu bakışımın varoluşçuluk içindeki yerini ve Müslüman kültürdeki desteklerimi ifade etmeye, varoluşçuluğa katkı noktalarına odaklanmaya gayret ediyorum.