LEVENT GÜLTEKİN
acikcenk@gmail.com / @acikcenk
Böyle ciddi bir meseleyi ortaokul öğrencisi düzeyinde ele alacağım için kimse yadırgamasın.
Çünkü ülkede meselelere ortaokul öğrencisi düzeyinde yaklaşan bir İslamcılık anlayışı hakim.
Bu çocukça yaklaşım sadece halkta değil, siyasetçilerde, yazarlarda, akademisyenlerde de mevcut.
Tarihçi değilim. Zaten bu bir tarih yazısı da değil.
Ortalama bir insanın bildiği, bilmesi gerektiği konuları bir kere daha hatırlatma.
Hâlâ bu konuları, üstelik bu seviyede tartışıyor olmamız utanç verici.
Fakat ülkenin selameti için tartışmaya katılıyoruz.
Osmanlı’nın yıkılışını, halifeliğin kaldırılışını Atatürk’e bağlamak, yeni kurulan cumhuriyet felsefesinin mantığını, gerekçelerini görememek ancak ortaokul yaşlarındaki çocukların göstereceği türden bir yaklaşımdır.
Şöyle bir yaklaşım var: “Osmanlı dindarlıkla bütün dünyaya hükmediyordu. Hilafetle bütün ümmet yönetiliyordu. Fakat Atatürk geldi tüm bunları yok etti, halifeliği kaldırdı yerine dine mesafeli yani Laik bir cumhuriyet kurdu. Eğer dinle olan bağımız bu düzeyde devam etseydi şimdi her şey çok faklı olurdu.”
Müsaade ederseniz konuyu ben de bu seviyede bir kez daha ele almak istiyorum.
Bak sevgili kardeşim…
Osmanlı bir gecede yıkılmadı. Yıkılış süreci yaklaşık 200 yıl sürdü.
1600’lü yılların sonuna doğru başlayan duraklama devri var. O zaman Atatürk yoktu. Sanayi devrimi ile dünya yeni bir şekil alıyordu. Yeni ticaret yollarının keşfi ile ticaret yani sermaye bütünüyle Batı’ya kayıyordu.
Sanayi ve ticaretteki yenilikler toplumları değiştiriyordu.
Fakat Osmanlı, bir çok nedeni vardı ama en çok da dini gerekçelerle bu değişime ayak uyduramadı.
“Bırakalım Batı’daki gelişmeleri kendi dinimize, kültürümüze bakalım o bize yeter” diyenler baskın olduğu için bu duraklama sürecine bir çare üretemediler.
Sonunda yeni bir evreye geçtik: Osmanlı’da gerileme dönemi.
O dönemde de Atatürk ve arkadaşları yoktu.
Dünya artık başka bir yer olmuştu. Eğitim, ticaret, sanat, askeri sistem… bir çok alanda sanayi devriminin getirdiği yeniliklerle şekilleniyordu.
Fakat Osmanlı’da etkin olan; Şeyhülislam, Kadı, Kazasker ve Müftüden oluşan ilmiye sınıfı vardı.
İlmiye sınıfının ‘dine aykırı’ diye her yeniliğe karşı çıkması, toplumu bu çerçevede kışkırtması sonucunda Osmanlı dünyadaki bu yeniliklere, değişimlere uzak kaldı.
İyi eğitim alan, bir kaç dil öğrenen, sanatla ilgilenen kimi padişahlar çok uğraştılar. Yenilikleri takip etmesi için Batı’ya elçiler gönderdiler. Oralardan Osmanlı askerlerini eğitmesi, eğitim sistemi kurması için insanlar getirdiler.
Fakat Osmanlı’daki en güçlü askeri kurum olan Yeni Çeri ocağını da yanına alan İlmiye Sınıfı padişahların bu çabalarına ‘dine aykırı’ diye engel oldular. İsyan çıkardılar.
Nihayetinde Osmanlı dünyadaki bu değişim sürecinin dışında kaldı. İyice zayıfladı.
Sonunda Osmanlı’nın dağılma dönemine girdik. O dönemde de Atatürk ve arkadaşları yoktu.
Dağılma sürecinde Osmanlı artık her alanda dünyanın gerisinde kalmıştı.
Bu nedenle kimi padişahlar Batı’daki yenilikleri almada daha cesur davrandılar.
Eğitimde, askeri sistemde, vatandaşlık ve toplumsal ilişkilerde batı tarzı yapılanmayı öneren Tanzimat Fermanı ilan edildi.
Ceza kanunu Fransa’dan alındı. Ticaret kanunu Batı’dan alındı. Eğitim sistemini düzenlesin diye Batı ülkelerinden uzmanlar getirildi.
Bütün bunları Atatürk değil Osmanlı padişahları yapmıştı.
Fakat “Yok, din bize yeter” diyen dinin arkasına sığınıp konumlarını korumaya çalışanlar bu çabaları da boşa çıkardılar.
Mesela “Medreselerle olmuyor, yeni bir eğitim sistemi gerekli, askeri sistemi batı tarzı bir sisteme dönüştürmemiz lazım” diyen, matbaa kuran, tiyatro oynatan padişah 3. Selim’i isyan çıkarıp öldürdüler.
“Din elden gidiyor” diyenler dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı’nın her geçen gün biraz daha yok olduğunu bir türlü göremiyorlardı.
Sonunda her alanda zayıf düşmüş, büyük topraklar kaybetmiş, ekonomisi çökmüş, eğitimi iflas etmiş bir Osmanlı kalmıştı.
İşte bu Osmanlı Birinci Dünya Savaşına girdi ve yenildi.
Halifenin yardım çağrılarına İslam dünyasından kimse kulak asmıyor, desteğe de gelmiyordu.
Osmanlı yenildiğinde İstanbul, İzmir, Antep, Urfa gibi elde kalan son toprak parçasının önemli bir kısmı da işgal edilmişti.
Yani bitmişti Osmanlı.
Kurtuluş Savaşı başladı. Atatürk ve arkadaşları bu savaşta insiyatif aldılar.
Öne çıktılar. Toplumu organize ettiler.
Sonunda bütün bu yıkımlardan toplumun da dirayeti ile ortaya yeni bir ülke çıkardılar.
Geçmişte Osmanlı’nın verdiği batılılaşma yani dünyadaki gelişmelere ayak uydurma çabalarında “Din elden gidiyor” tartışmalarının yarattığı tıkanıklıktan bir ders çıkarmaları gerekiyordu.
Öyle de yaptılar. Din bireyin inanç meselesi olarak kalsın ama devlet ve toplumsal ilişkilerde belirleyici rolü olmasın ki yeni ülkeyi de aynen Osmanlıda olduğu gibi bu tartışmalara kurban vermeyelim diye Laik cumhuriyeti kurdular.
Laik, yani din; eğitimde, siyasette, ticarette belirleyici norm olmasın diyen bir devlet anlayışı.
Bir anlamda bir çok padişahın yapmak isteyip de yapamadığını Atatürk ve arkadaşları yapmıştı.
Eksiği vardı. Yanlışı vardı. Bazı konularda yaklaşımları çok sertti. Ama sonunda yapılması gerekeni yapmıştı.
‘Dine aykırı’ diye bütün yeniliklere kapıyı kapatıp Osmanlı’yı yıkıma götüren yaklaşımı ülke yönetiminden uzak tutmanın başka yolu yoktu.
Cumhuriyet bu felsefeyle kuruldu.
Sıra halifeliğe gelmişti.
Dünyadaki gelişmeler, ortaya çıkan toplum anlayışı, insanlardaki değişim tüm bunlar halifelik makamını işlevsiz kılmıştı.
Müslümanlar artık halifeye kulak asmıyorlardı. Çünkü herkesin din yorumu farklıydı. Herkes kendi mezhebine, kendi dini yorumuna göre bir yaklaşım içindeydi.
Kaldı ki halife olabilecek padişahlar kurtuluş savaşında havlu atmıştı.
Osmanlı’nın dağılmasını engelleyememiş birilerine “Halifelik var gel bu cumhuriyetin başına sen geç” demek akıl kârı değildi.
Öyle de yaptılar. “Halifelik TBMM’nin şahsında temsil edilir” diyerek bir anlamda saltanata son verdiler.
Bak sevgili kardeşim..
Halifelik hayalleri peşinde koşup duruyorsun.
Diyelim ki kaldırılmadı, diyelim ki kimse direnç göstermedi ve yeniden tesis edildi.
Peki kim halife olacak? Bu halife nasıl seçilecek? Kimler halife seçiminde oy kullanacak?
“Tayyip Erdoğan var ilk halife o olsun.” Peki sonra? Oğlu mu devam edecek yoksa damadı mı?
Seçimle olacaksa ülkede halifeliğe inanmayan milyonların oyu geçerli sayılacak mı?
Diyelim ki seçimde Kemal Kılıçdaroğlu kazandı. Onun halifeliğini de tanıyacak mısınız?
Veyahut halife seçimle olacaksa seçimde kimin aday olacağına o yeterliliği taşıyıp taşımadığına kim karar verecek? AK Parti delegeleri mi?
Seçimle olmayacaksa hangi yöntemle seçilecek? Bu konuda niçin tek bir izahatınız yok?
Birbirine selam vermeyen, boğazlayacak kadar birbirinden nefret eden bu kadar cemaat, tarikat hangi yaklaşım üzerinde ittifak edecek?
Bunca cemaatin, cemaat liderinin birbirini dinsizlikle suçladığı bir ortamda kimin din anlayışı belirleyici olacak?
Herkesin üzerinde ittifak ettiği bir din alimi, bir toplumsal lider bile bulunmazken herkesin ittifak ettiği halife, yönetici nereden bulunacak?
Diyelim ülke içinde bir ittifak oluştu ve bir halife seçildi.
Dünya Müslümanları bu halifeyi kabul eder, ona uyar mı? Bunu aklın alıyor mu?
Din toplumsal meselelerde norm yapıldığında büyük bir kaos çıkıyor ve o ülke bir arpa boyu yol alamıyor.
Kendi kafasına göre dini yorumlayan akıl fukaraları bütün bir ülkeyi rehin alıyor.
Eğitimde, ticarette, siyasette din belirleyici olduğunda sorunlar çözülmüyor daha da büyüyor.
Bunun son örneği Osmanlı’nın yıkılış süreci.
Tüm bunlar ortadayken hâlâ Osmanlı özlemi duymak, yeninden o çıkmaza girmek için niye bu kadar can atıyorsun?
Aklını mı kaçırdın? Düşünme kabiliyetini mi yitirdin?
Bu ortaokul çocukları düzeyindeki İslamcılık anlayışından ne zaman vazgeçip de dünyanın gerçeklerine göre bir ülke, şehir, toplum… yaşam kurmayı düşüneceksin?
Neye düşmansın? Niçin düşmansın? Ne istiyorsun? Nasıl elde edeceksin?
Elde ettiğinle nereye varacaksın?
Bu sorular üzerine biraz düşün Allah aşkına biraz…