
MURAT SEVİNÇ
Yedinci eleştiri yazısı
Bir önceki yazının dipnotunda Merdan Yanardağ konusunu ayrıca yazacağımı söylemiştim. Yanardağ’ın tutuklanmasına biraz daha geniş bir çerçeveden bakmayı öneriyorum çünkü yüz yüze kaldığı muamele, iktidarıyla muhalefetiyle demokrasi ve hukuk düşüncesinin Türkiye’deki halini gösteren dört başı mamur bir örnek niteliğinde. Başlarken, insan hakları söz konusu olduğunda her şeyin, ‘turnusol’ işlevi gören bir soru cümlesinde düğümlendiğini söylemek isterim: “Filanca ya da falanca insan mı ki, insan hakkı olsun?”
Artık var olmayan Millet İttifakı seçim sürecinde yüzlerce sayfalık raporlar, mutabakat metinleri ve anayasa değişikliği önerisi hazırladı ve söz konusu raporlar, mutabakat metinleri ve anayasa değişikliği önerisi çok kısa süre içinde önceki denemeler gibi tarihin rapor-mutabakat çöplüğündeki yerini aldı. O aylarda, muhalefet partilerinin hazırladığı metinleri hiç üşenmeyip okudum, üzerine yazdım. Partilerin hazırladığı metinler hakkındaki yazılarımı, o partilerin mensuplarının dahi okumadığı kanısındayım. Bu cümleden, “Aman efendim ben yazıyorum, onlar nasıl okumaz?” dediğim sonucunun çıkarılmayacağını tahmin ediyorum, zira henüz aklımı yitirmedim. Söylemek istediğim, raporlar, onları hazırlayan partilerin üyeleri dahil hemen hiçbir yurttaş kümesinin ilgisini çekmedi, bundan sonra da çekmeyecek. Herhangi bir yerde herhangi bir yurttaş, teknik kavramlarla dolu hukuk metinleriyle/sistem önerileriyle meşgul olmaz. Ancak, yaşamına dokunuyorsa ve önerilen sistem ile sade yurttaşın yaşamı arasındaki ilişki ona anlatılabilirse, dönüp bakar.
Hal böyleyken, metin(ler) yazmak kolayken, anlatmak, benimsetmek ve uygulamak güçtür. Muhalefet ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ kavramını yinelerken sarf ettiği enerjinin yarısını, bu hükümet biçiminin ne işe yarayacağını anlatmaya harcasa ve sade yurttaşın yaşamıyla bağını kursa, kuşkusuz daha doğru bir iş yapmış olurdu. Ancak hukukçuların hâkim olduğu çalışma ve süreçlerde bu öneriler genellikle dikkate alınmaz. (Yeri gelmişken, hukuk ile diğer alanlar arasındaki bağ kurma isteği duyan az sayıda ve genellikle genç kuşaktan hukukçuları, bu genel hat içinde değerlendirmediğimi ve olup bitene disiplinlerarası bakmayı tercih eden kamu hukukçusu/anayasacı sayısının giderek artmasının sevindirici olduğunu söylemeliyim.)
Son zamanlarda yaşadıklarımız ve Merdan Yanardağ’ın tutukluluğuna giden bir-iki günlük süreçte Millet İttifakı mensubu İyi Partili kimi vekillerin açıklamaları, önerilen hukuk ve demokrasi ile yaşanan hukuk ve demokrasi arasındaki makasın iki ucunun ne ölçüde açık olduğunu ve olabileceğini bir kez daha dünya âleme ilan etti. Diğer İttifak partilerinin ‘pek çok’ mensubunun da İYİP’liler gibi düşündüğünü (buna mukabil hiç olmazsa susmayı başarabildiğini) tahmin ediyorum.
Mümtaz Hoca’nın bazı yorumlarını sık aralıkla hatırlatmamın gerekçesi bu. Dildeki demokrasi ile pratik arasındaki fark, yaşamak zorunda bırakıldığımız koşulların müsebbiplerindendir. Mümtaz Sosyal’ın çok önemsediğim saptamalarından birini yinelemek istiyorum: “Zaten, anayasaları yaşatan veya öldüren şey de, içlerindeki kelimecikler değil, dışlarındaki hayattır.”
Ne demektir bu? Hukuk/anayasa metinleri elbette değerlidir, hak ve özgürlükler uğruna çok mücadele edildi ve can verildi, kazanımların sözleşmelerde yer alması önemlidir; ancak bir anayasanın/anayasal ilkelerin yaşaması kâğıt üzerindeki sözcüklerin varlığıyla değil, ancak o sözcüklere layıkıyla sahip çıkılmasıyla olur.
Peki, sahip çıkmak ne demek? Anayasa’nın doğru uygulanması, ilkelerin özgürlükçü bir biçimde yorumlanması, aykırı davranışlara gerekli tepkinin gösterilebilmesi, demek. Burada Mümtaz Soysal’ın bir başka eserini, bana kalırsa ülkede yazılmış en iyi ‘anayasa okumasını’ hatırlatayım; 1969 tarihli Dinamik Anayasa Anlayışı. Soysal, anayasayı “yaşayan bir belge” olarak tanımlar ve 1960’lı yılların sonundaki anayasa tartışmalarının en belirgin özelliğinin, bazıları “hükümlerin hurda ayrıntıları ve kelimelerin ince anlamları” arasında pozitivist bir titizlikle kaybolurken, bazılarının özellikle haklar ve özgürlükler konusunda “pek yüce ve soyut sözler ederek” doğal hukuk alanına doğru kayması, olduğunu söyler.
Burada bizi daha ziyade ilgilendiren, ‘hükümlerin hurda ayrıntıları ve kelimelerin ince anlamları arasında pozitivist bir titizlikle kaybolma’ eğilimi. Yukarıda, ittifak bileşenlerinin ‘metin hazırlama’ tutkusunu eleştirirken kastettiğim, Soysal’ın yarım asır önce kaydettiği eğilimin sonuçlarından yalnızca biri. Bir başka söyleyişle, siyasal-sosyal ve tarihsel sorunlara ‘hukuk işçiliğinin’ cazibesiyle yaklaşmak, afili metinler hazırlamak ve kavramların gölgesine sığınmak. Sonuç? İlk sınamada yaşamın ve siyasetin gerçekliğine toslamak.
Merdan Yanardağ, benzerlerini ve hatta fazlasını ‘Barış Süreci’nde bizzat iktidar kanadı temsilcilerinden işittiğimiz, bırakın terörü herhangi bir şeyi övdüğünü ya da teşvik ettiğini söylemenin mümkün olmadığı sözler sarf etmiş ve tecrit konusunda ‘yasayı’ hatırlatmış. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (5275). Yasa’nın 25 maddesine göz atılırsa, ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazına’ ilişkin hüküm okunabilir ve Yanardağ’ın ileri sürdüğü ‘tecrit’ koşullarının var olup olmadığı bizzat okuyanlarca değerlendirebilir, bunun için okuma bilmek yeterli.
Yanardağ’ın aynı videoda ‘arka arkaya dizilmiş cümlelerini’ bir AKP milletvekili gündem yapmış. Zamanında CHP’nin marifetinde boncuk arayıp bulduğu bir vekil. Video yayılınca beklenebilir tepkiler doğdu. En dikkat çekici olanları kimi İYİP’li vekil ve parti sözcüsünün açıklamaları. İki ay öncesine dek Türkiye’ye demokrasi vadeden partinin temsilcileri. Niyetleri vs. beni ilgilendirmiyor, Yanardağ’ın tutuklanmasını istememiş olabilirler, bilemem. Ancak Türkiye’de yaşayan ve akşamları evinin yolunu bulabilecek yetiye sahip her yurttaş, böyle bir durumda yangına benzin taşımanın sonucunun ne olacağını bilir, yakın tarihte defalarca yaşanmış bir döngüden söz ediyoruz. Bir vesileyle hedef haline getir, birkaç gün sosyal medya linçine maruz bırak, koşulları hazırla, gözaltına al, tutuklanma talebiyle sevkine… Dolayısıyla İYİP’lilerin “Biz tutuklanmasını istemedik ki” şaşkınlığına, müsaadenizle, “Ah çok şekerler” diyerek karşılık verilebileceği kanısındayım.
Radikal İki’de yazarken, sık aralıklarla okura bir öneride bulunuyordum: Biri “Demokrasi talep ediyorum” dediğinde, lütfen “Ne istiyorsun?” sorusunu yöneltin. Yöneltin ki bu prestijli talep, oportünist siyasetçi zevzekliğinin yaldızlı kılıfına dönüşmesin.
Yazının başlarına döneyim… Bolca hukuk metni, anayasa değişikliği hazırlayıp kâğıt üzerinde son derece demokratik bir yapı vadedebilirsiniz, ta ki gerçek yaşamda sınanana dek.
Aslında ‘sınanma’ için bir vakayla karşılaşmaya gerek yok, herkes kendi zihninde bir deneme yapabilir ve demokratik hukuk devletine, insan haklarına, hukukun genel ilkelerine saygı duyup duymadığını anlayabilir.
Yalnızca birkaç örnek: Örneğin, akademinin/bilimin özgürlüğünü savunuyorsunuz ve biri tezinde ‘Ermeni Soykırımı’ terimini geçirip hiç hazzetmediğiniz bir savunuya girişiyor; o andan itibaren o çalışma sizin için bilimsel ölçütlerle ele alınması gereken bir metin midir, yoksa ‘sözde’ akademisyene haddinin bildirilmesi mi gerekir? Örneğin, göç nedeniyle Ege’deki Kürt nüfus artarken, sizin için bu, bir yandan üzerinde düşünülmesi gereken ve sosyal bilimlerin birden çok alanını ilgilendiren, diğer yandan olağan karşıladığınız demografik bir dönüşüm örneği midir; yoksa Kürtlerin sahillere ‘doluşmasından’ bir rahatsızlık mı duyarsınız? Örneğin, düşünce özgürlüğünü savunurken, birilerinin Dersim-Amed gibi adlandırmaları tercih etmesine tahammül edebiliyor musunuz; yoksa bunları çok tehlikeli mi buluyorsunuz? Örneğin hukuk devleti ve insan hakları ilkelerini ödünsüz savunduğunuzu iddia ederken, nefret ettiğiniz birinin yaşadığı hak ihlali söz konusu olduğunda ilkenizi taviz vermeden savunmayı sürdürüyor musunuz; yoksa, “Canım o insan, insan mı ki insan hakkı olsun?” cümlesini mi kuruyorsunuz? Örneğin, anayasaya saygı ilkesini savunurken, AYM’nin ihlal kararına karşın her hafta Cumartesi Anneleri’nin göz altına alınmasına tepki mi gösteriyorsunuz, görmezden mi geliyorsunuz? Örneğin, sizin için bir insanın yargılanıp yargılanmaması gerektiği konusunda kendi değerleriniz mi, yoksa demokratik hukuk kuralları mı öncelikli olmalı; bir başka söyleyişle, herkesin kendi kanaatini yasa kabul ettiği Dingo’nun Ahırı’nda mı, öngörülebilirlik vadeden bir hukuk devletinde mi yaşamak niyetindesiniz?
Sayfalar boyu sürebilir bu sorular…
Türkiye’de ortalamanın zihninde ve dilindeki “O kadar da değil ama” cümlesi, sistemin işleyişi bakımından büyük ölçüde belirleyicidir. Ne yazık ki. Bakın, ZP’nin genel başkanı olan muhterem, tutuklamanın ardından, kararı destekleyen ancak zamanında benzer yorumlar yapan kimi AKP’liler tutuklanmadığı için eksik bulan bir açıklama yaptı. Yasanın, hukukun, anayasanın gerekleri zerre kadar umurunda değil çünkü, nefret ettiği biri tutuklanmalı, bu kadar. Peki demokrat biri olduğunu düşünüyor mu sizce? Eh, herhâlde.
Şubat 2017’de üniversiteden atıldıktan bir hafta sonra, Mülkiye’deki son etkinliğimizde (Yavuz Sabuncu Anayasa Sempozyumu) konuşma yapanlardan hocamız Fazıl Sağlam, Türkiye’de hiç sona ermeyen bir ‘özgürlükçülük oyunu’ oynandığını söylemişti. Bir gün tartışabildiğini ertesi gün konuşamaz hale geliyor insanlar. Haklıydı kuşkusuz. Özgürlük, demokrasi gibi nimetler Cumhuriyet tarihi boyunca her zaman ‘kararında’ sunulmuştur yurttaşa, demokraside ‘aşırılığa’ kaçılmamış, devlet ‘bekası’ söz konusu olduğunda toplumu ezmekten geri durulmamıştır. Bunun en çarpıcı örneği, sonuçlarını hâlâ tüm yakıcılığıyla yaşadığımız 12 Eylül faşizmidir herhalde.
Bir öneriyle bitsin yazı…
Şu iki cümle üzerine düşünmenizi rica ediyorum; ilki benim için insan hakları eğitiminin temel sorularından, ikincisi eşit yurttaşlık ülküsüne ilişkin: Bugüne dek “Canım, filanca insan mı ki insan hakkı olsun, o kadar da değil” cümlesini kaç kez kurdunuz zihninizde? “Sahip olduğum her hak ve özgürlüğe başkası da sahip olmalı mı ve o başkasının sahip olmayışını dert etmeli miyim?”
Ardından, oturup bir üçüncü soruyu tartışabiliriz: “Neden Türkiye bir anayasa önerileri mezarlığıdır, biz neden sürekli anayasa ve anayasa değişiklikleri üzerine konuşuyoruz ve hiçbir değişiklik daha iyi, insanca ve adil yaşamamızı sağlayamadı? Bizde bir sorun olabilir mi?”
Yazı önerileri:
- Tocqueville, Amerikan Demokrasisi adlı eserinin bir yerinde, Fransa’daki Louis’lerden söz ederken şöyle der: “Bazıları demokrasiye yetenekleriyle, bazılarıysa acizlikleri ile hizmet ettiler.” Diken’den sevgili Altan Sancar’ın, siyasetin yedinci harikası olup yedinci kez milletvekili seçilen CHP’li Erdoğan Toprak ile söyleşisi bana Tocqueville’in bu yargısını hatırlattı. Tanık olduğumuz sinir bozucu acizliğin (ve yeteneksizliğin) demokrasiye hizmet etmesini diliyorum.
- ABD Anayasa Mahkemesi ‘pozitif ayrımcılık’ konusunda çok ilginç ve tartışmalı bir karar verdi. Meslektaşımız Yunus Emre Erdölen de her zaman olduğu gibi kararı güzelce anlatıyor.