
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Geçenlerde Üçırmak köyünden Şadi’yle Arhavi’ye çarşıya iniyorduk…
“Sıhhatler olsun Şadi, tıraş olmuşsun, o kadar da uzun değildi saçların gerçi…”
“Uzun saç gezdiremiyorum ben” diye cevap verdi Şadi.
Türklerin pek zekice, pek hoş, pek komik bulup vazgeçemediği Laz saati uygulamasıyla ölçersek bir Laz saat 12’den sonra işte böyle konuşuyor.
Uzun saçla rahat edemiyorum, demiyor.
Uzun saça bakamıyorum, demiyor.
Uzun saç sevmiyorum, demiyor.
Uzun saçı taşıyamıyorum, demiyor.
Gezdiremiyorum, diyor.
Bu ‘gezdiremiyorum’ saydığım bütün anlamları tersinden ya da düzünden kuşatıyor ama daha fazlasını da içeriyor. Bırak uzun saçla rahat etmeyi, uzun saçı rahat ettirmek gerektiğini söylüyor. Taşımak daha ağır bir kelime; bir işi, bazan bir angaryayı, kesinlikle bir yükü taşıyor ‘taşımak’ kelimesi. Gezdirmek öyle değil ama. Birini, bir şeyi gezdirmek de angarya olabilir, iş olabilir tabii ama yine de taşımak’taki gibi bir iş değil bu. Aslında ‘gezdirmek’ işten ziyade eğlentiyi, hoşça vakit geçirmeyi söyler, ima eder, çağrıştırır. Birini gezdirmekte bir özen gösterme, bir el üstünde tutma, gönlü hoş tutma, bir sevme hoşlanma vardır.
Şadi elinden her iş gelen, günü çalışmakla geçen, yumuşak, cana yakın, tabii ki konuşmayı seven biridir.
Hergün kullandığımız, hiçbir özelliği olmayan bir kelime ne zenginliklerle yüklü olabiliyor… Tam da Salah Birsel’in Yapıştırma Bıyık‘ta dediği gibi, dediği yolla:
“Birbaşlarına iken ağızlarını bıçak açmayan sözcükler dilin o kavurucu nefesini ense köklerinde duyar duymaz da bir canlılık, bir parlaklık denizinde yüzmeye başlarlar.
Yazı yazanların bir kısmı, herhalde usta olmayanlardır bunlar, pek yakası açılmadık, yüzünü öyle herkese göstermeyen, kullanılınca ‘bi dakka!’ dedirten, kafayı yazıdan kaldırtıp yazarına baktıran, ne dediği tam belli olmasa da derin anlamlar içerdiği zehabını veren, bir anlam taşımıyorsa bile taşıyormuş gibi yapan, yerli yerinde değilse bile ağır havası sayesinde yerindeliği sorgulanmayan kelimeler bulmaya, onlarla yazmaya meraklı.
Şu cümleyi alalım mesela:
“Küresel gıda tedarik zincirlerindeki dalgalanmalarla birlikte temel besinlerin ulaşılabilirliğini sarsmış, üreten elleri ürettikleri meyve-sebzeye hasret bırakmış bir dünya düzeninin tarım tahayyülü.”
Üreten elleri meyva sebzeye hasret bırakmış bir dünya düzeni neyi niye tahayyül etsin, hayalinde canlandırsın ki, hayalleri gerçek olmuş işte, borusunu öttürüyor. Biz başka türlü bir tarım tahayyül edebiliriz, etmeliyiz, onu gerçekleştirmeye çalışmalıyız… Bu ‘tahayyül’ kelimesi teorik ya da teorik kisveli metinlerde sık çıkıyor karşımıza, gerek olmayan ya da yanlış yerlerde de işte bu kisve, bu hava için kullanılıyor; derinlik, anlam kattığı düşünülüyor. Sanırım.
Bir de ‘imtina’ örneği verelim:
“Hali hazırda çalıştığı işini kaybetmekten imtina ettiği için isminin ve fotoğrafının paylaşılmasını istemeyen 25 yaşındaki genç bir işçi şu sözlerle …”
İmtina etmek kaçınmak demek. Bu arkadaş, işçinin korktuğunu, çekindiğini, işini kaybetmekten endişe ettiğini söylemek istiyor. İmtina etmek fiilinden kaçınsak iyi olacak.
“… büyük sözler, büyük kavramlarla doğru ve büyük şeyler söyleneceğini sanmaktan vazgeçmeli” der Turgut Uyar (Korkulu Ustalık).
Bu demek değildir ki herkes anlasın diye ille de kelime fukaralığına garkolalım. Roy Peter Clark’ın da (Writing Tools), Donald Hall’un da (Writing Well) söylediği, aslında bizim de bildiğimiz gerçek şu: Ortalama bir yurttaşın okurkenki kelime haznesi ortalama bir yazarın yazarkenki kelime haznesinden geniştir. Hem zaten konular hiç bilmediğimiz kelimeleri de gerektirebilir, okur için ‘kapalı’ olabilecek böyle kelimeleri açıklarsınız (kimi zaman da okurun sözlüğe gitmesini beklersiniz), yazınızı yazarsınız.
Clark meseleyi şöyle formüle ediyor:
“Ortalama yazarın kullanmaktan kaçındığı ama ortalama okurun anladığı kelimeleri seç.”
Bu cümleyi bizim Turgut Uyarımızın salık verdiği şu tutumla tamamlamak, desteklemek iyi geliyor bana (şiir için konuşuyor ama nesir için de neden geçerli olmasın):
“Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak daha doğrusu. Kelimeleri tedirgin etmek.”
Şadi işte bunu yapıyordu “Uzun saçı gezdiremem” derken.
Pek rastlanmadık kelimeler seçmek, yazıya onları döşemek -en iyi niyetli tavırla- bir özgünlük arayışıdır herhalde. Gerçi ‘tahayyül’, ‘imtina’ gibi artık klişe olmuş kelimeler özgünlüğün katilidir ya biz onlardan değil de pek ışık görmemiş kelimeleri günyüzüne çıkarmaktan bahsediyoruz. Edası olan, eda verdiğini düşündüğümüz herşeyden kaçınmalıyız.
Edip Cansever de kendinden bahsederken şöyle diyor:
“Bir de denizsiz yapamam. Yaşamım bir kıyının yaşamı gibidir.”
Süs yok, eda yok, şatafatlı tek kelime yok; özgünlük, yaratıcılık bunlarda değil zaten.
Kelime deyince Salah Birsel başlıbaşına muazzam ve hayret uyandırıcı bir kaynaktır, taklit edilemez, başkası tarafından kullanılamaz bir kaynak. Fakat biz başladığımız odağa uygun bir örnek verelim Yapıştırma Bıyık‘tan (kelime konusuna nasıl olsa yine değineceğiz, belki orada bahsederiz Salah Birsel’den de ayrıca):
“Yazarlıkta ilk zorluk gözlemle başlar.
Gözlemin ne başı, ne sonu vardır.
Yürüyecek, oturacak, kalkacak, gerdeğe girecek ve boyuna gözlem atıştıracaksın.”
Gözlemin yazar için besin olduğunu, enerji verdiğini, aynı zamanda eğlenceli olduğunu (atıştırmak yemek yemekten daha zevklidir) söylemiş oluyor böylece.
Kelimelerle oynamak serbest her zaman, yeter ki klişeye düşmeyelim, anlam yüklü olsun, anlatım değeri katsın, yerli yerinde kullanalım. Fakat hiç böyle oyunlara girmeden taze ve şaşırtıcı olmak da var. Bu işin en büyük ustalarından biri Ahmet Haşim. Şuna bakın (Bize Göre):
“Her milletin ve her dinin ‘bayram’ ismini verdiği işsizlik günü, medeniyetin, henüz tamam olmamış, büyük bir zaferidir. İnsanlık tarihi, haftada bir gün çalışmamak hakkının istihsali, tekamülü ve muhtelif sınıflar arasında taksimi tarihinden ibarettir. En kızıl ihtilaller çabalamaya mahkum, mustarip ve neşesiz kitlelerin bir an dinlenmeye hak kazanmak için, çalıştırıcı kırbaçlara karşı kan ve ateş içinde şahlanmalarından başka nedir? İktisadı okuyunuz, tarihi okuyunuz ve şayet kitaba hiç itimadınız yoksa, yarım saat bahçenizin ağaçlarını baltaladıktan sonra bizzat kendi kollarınızın acıdan sızlayacak olan adalelerine sorunuz, bunlar size söyleyeceklerdir ki; işkencelerin en müthişi çalışmak ve binaenaleyh saadetlerin en büyüğü çalışmak mecburiyetinden azade kalabilmektir.”
Hepimizin bildiği bir konuyu hepimizin hergün kullandığı kelimelerle söyleyip sade ve şaşırtıcı olabilmek büyük hüner değil mi? Özgünlük değil mi bu?
DİLE GELENLER
Beyin Ölümü
Geçen hafta ‘gerçekleşme’, ‘gerçekleştirme’ fiillerinin olur olmaz kullanılmasını eleştirirken ‘beyin
ölümü gerçekleşti’ örneğini de vermiştim. İki mektup geldi bu konuda. Mektuplardan birini bir doktor
göndermişti. Doktor sonra bir mektup daha gönderip uzmanlık alanı olmayan bir konuda yanlış bilgi
vermekten kaygı duyduğunu söyledi. Ben de zaten Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde beyin cerrahı olan
arkadaşım Doç. Dr. Fatma Özlen’e danışmak istiyordum, danıştım.
Fatma Özlen her şeyin olur olmaz gerçekleşmesi konusundaki eleştirime katıldığını söyledikten sonra
şöyle diyor:
“Fakat beyin ölümünde durum farklı; ‘beyin ölümü gerçekleşti’ diyoruz, jargon böyle ve semantik
olarak da doğru. Eğer ‘gerçekleşmek’ fiilini kullanmak istemiyorsak o zaman ‘vuku buldu’ demek
gerekiyor. Çünkü ‘gerçekleşmek’ ya da ‘vuku bulmak’ bize aynı zamanda araftan geçildiğini
anlatıyor; hayalin gerçek olması gibi bir süreç, paradoks ama tam da böyle, beklenen sonun gelmesi
gibi…”
Bizim ‘beyin fonksiyonları durdu’ önerimizi de doğru bulmuyor Özlen:
“Burada bahsedilen durum, anlamak, düşünmek, konuşmak gibi yüksek kortikal (beyin kabuğu)
fonksiyonları bir süredir durmuş olan koma halindeki hastanın (beklenen) beyin ölümünün
gerçekleşmiş olmasıdır. Rubicon’u geçmek de diyebiliriz, çünkü artık geri dönüş mümkün
değildir.”
Fatma Özlen’in gelen iki mektup için de bazı notları var, onları [köşeli parantez içinde] göreceksiniz:
Beyin ölümü tanısı kondu
Türkçenin doğru, güzel konuşulması ve yazılması gerektiğine inanan, aktif doktorluk yapmayan bir tıp
doktoru olarak ‘beyin ölümü’ tanımlaması konusundaki yorumumu ve önerimi özetliyorum.
“Beyin fonksiyonları durdu” dendiğinde 2 soru aklıma gelir; tüm fonksiyonları mı? Daha önemlisi,
geçici mi kalıcı mı? Komada olan hastada beyin fonksiyonları durmuştur ama geri de dönebilir. Beyin
ölümünde ise geri dönmez. [FÖ: Bu doğru, yukarıda izah ettiğim gibi.]
Beyin fonksiyonlarının kaybı geçici ya da kalıcı olabilir. Beynin bir bölgesini veya tamamını kapsayabilir.
Beynin bir bölümünün kalıcı işlev (fonksiyon) yitimine kol/bacak felci, görme/duyma kaybı, konuşma
bozukluğu örnek verilebilir. Alkol, bazı ilaçlar, uyuşturucular beynin hemen tümünde geçici işlev kaybına
yol açar. Beynin tümünde kalıcı olarak ve zamanla artan işlev kaybına demans örnek verilebilir. Ancak
burda konumuz beynin tümünde kalıcı, geri dönüşsüz (komadan farklı olarak) işlev kaybıdır. [FÖ: Bu iyi
bir izah değil; çünkü burada temel fark beyin ölümünde aslında ölenin beyin sapı olmasıdır, yani nefes
alıp vermek gibi canlılığı sürdüren temel reflekslerin yitmesi söz konusu.]
Tartışılması gereken ikinci nokta, beynin tümünün kalıcı olarak işlevini yitirmesini tanımlamak için ölüm
kelimesini mi kullanmalıyız? Beyin dışındaki organlardaki kalıcı işlev kayıpları için ölüm kelimesini
kullanmayız. Örneğin kalp ölümü yerine kalp yetmezliği ve benzer şekilde böbrek yetmezliği deriz.
Beynin kalıcı işlev kaybına ise ‘beyin yetmezliği’ değil bunama/demans deriz. İngilizcede yetmezlik
için ‘insufficiency’, ‘failure’ kullanılır. Sanırım ‘brain death’ Türkçeye ‘beyin ölümü’ şeklinde
aynen geçmiş. [FÖ: Burada yine aynı hata var; beynin akut ya da kronik, bölgesel ya da yaygın, geçici ya
da kalıcı çok çeşitli işlev kayıpları olabilir ama bunlar beyin ölümü olarak tanımlanmaz; beyin ölümü,
beyin sapı reflekslerinin tümüyle yok olması anlamına gelir ve geri dönüşü yoktur.]
Diğer organların işlev kayıpları belirli oranlara geldiğinde bulgu ve semptomlar (hastanın şikayetleri)
başlar ve hasar çok ilerlediğinde kalan işlevsel doku %0 olmasa bile hastanın ölümüne yolaçar. Burada tıp
devreye girer, dializ, böbrek nakli, kalp pompası, kalp nakli gibi tedavilerle ölümü önler ya da geciktirir.
Ama beyin söz konusu olduğunda durum farklıdır. Beynin kalıcı hasarlarında onarıcı bir tedavi yok (organ
nakli seçeneğinin yalnızca imkansızlığını değil anlamsızlığını da belirtmeme gerek yok sanırım). Beynin
ikame edilemez biricikliği ve bizi biz yapması nedeniyle diğer organlardan farklı olarak ‘ölüm’ sıfatını
hakettiğini düşünüyorum.
Felsefi bakış açısıyla beyin ölümü ile insan ölümü eş midir, uzun uzun tartışılabilir. Ya da sevenleri
açısından beyni ölen sevdikleri halen yaşıyordur. Ancak tıbben bu iki kavram eştir (böyle bir hastanın/
ölünün fişinin çekilmesi için tıbben bir sakınca yoktur). Yani “beyin ölümü” tıbbi bir tanımlamadır.
Veriye dayalıdır ve yerel değildir (kişiye, ülkeye, kullanılan dile, inanca göre değişmez). Tıbbi bir tanımı
yerel dilde tekrar tanımlamak göründüğü kadar kolay olmayabilir (şizofreniyi tanımlamak için deli
kelimesini kullanmak zorlama olur ve doğru da olmaz).
Sonuçta önerim; “Beyin ölümü gerçekleşti” dememek için “Beyin fonksiyonları durdu” yerine “Beyin
ölümü tanısı aldı/tanısı kondu” demek. [FÖ: Bu mümkün; beyin ölümünü tanımlamak için “beyin
ölümü tanısı kondu” denebilir ama “beyin fonksiyonları durdu” denmez.] Metin Ünal
“Beyin ölümü”: bedene müdahale etmenin onayı
Beyin ölümü konusunda ciddi bir literatür var; sadece tıp ve deontolojide değil, sosyal bilimler ve
antropolojide de. Mesele ölüm çizgisini çizmek. Ne zaman ölü kabul edeceğiz? Örneğin bitkisel yaşamda
ama beyni çalışan hastaların makineye bağlı yaşamaya devam etmesi var, işte beyin ölümü
gerçekleşmediği için hala yaşatılıyorlar, çünkü modern tıpta ölüm çizgisi beynin ölmesi olarak çizilmiş,
diğer türlü ölü sayılmıyor. Beyin ölümü, dolayısıyla, ölümün modern sınır çizgisi. Atalarının kendi
vücutlarında yaşadığına inanan kültürler var. Yaşayanlarla ölüler arasındaki perdenin ‘inceldiği’ ölüler
günü gibi eski kültürel motifleri bilirsiniz.
Beyin ölümü modern tıbbın özellikle organ naklini mümkün kılmak için çizdiği bir çizgi diye okumuştum.
Hatta Agamben bile yazmıştı sanki bu konuda, eski okumalarıma bakmam lazım. Beyin ölümü de bu
anlamda bir ‘projenin’ gerçekleşmesi gibi, bir sınır aşılıyor. Modern tıp ölümü beyine bağlıyor,
Descartesçı bir bakış, diyordu sanki Agamben bunun için. Beyin fonksiyonları durduktan sonra modern
tıp artık o bedene girme ve organlarını başkasına nakletme hakkını kendisinde görüyor. Elbette yine de
organların ya ölen kişi ya da yakınları trafaından bağışlanması gerek. Hatırladığım kadarıyla beyin
fonksiyonları durduktan kısa bir sonra da organlar ‘ölüyor’muş. Dolayısıyla bu çok zamansal bir çizgi,
doktorlar anında bu çizginin geçildiğini kaydetmeli ki organları ‘yaşar’ vaziyette alabilsinler ve başka
bir bedene aktarabilsinler. Geç kalınırsa ‘organlar da ölür’ çünkü.
Yani “Beyin ölümü gerçekleşti” bu ince sınırın kaydı. Bu yüzden bana dilsel olarak doğru geliyor.
Modern zamanın dili bu. Antropolojik ölümü beyine bağlamak elbette epeydir tartışılıyor. Ölümün
modern ontolojisi beyin fonksiyonlarına göre kuruluyor.
[FÖ: Dilsel olarak doğru gerçekten, diğer düşünceler toptancı ve önyargılı; hiç girmeyelim…]
Modern tıbbın bir hinliği bu, bedene müdahale etmenin onayını alıyor ‘beyin ölümü’ diyerek. Yaşam ile
ölüm arasında modern zamanda çizilmiş bir sınır bu. Tarihsel ve kültürel olarak mutlak bir ölüm çizgisi
değil yani. Göksun K. Yazıcı
Bence
MAD: Bütün bu açıklamalardan sonra, başkalarını bilmem, kendim için çıkardığım sonuç şu: Gönül
rahatlığıyla “beyni öldü” diyebilirim, “beyin ölümü gerçekleşti” yerine. Aynı şunlar gibi:
baş ağrısı – başı ağrıdı
ay tutulması – ay tutuldu
dil sürçmesi – dili sürçtü
beyin ölümü – beyni öldü
Fatma Özlen’in koyduğu çekince şu:
“Beyni öldü denmediği gibi karaciğeri öldü ya da kalbi öldü de denmiyor; ölüm bir canlının bütünü
için kullanılan bir ifade. (Bir de en küçük canlı birimi olarak hücre için ‘hücde ölümü’ ifadesi
kullanılabiliyor.) Organların işlev kayıpları olduğunda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ya da
demans gibi tanımlar kullanılıyor. Bir uzvun işlev kaybı olduğunda ‘felç’, uzuvda hayat belirtisi
kalmadığında ‘gangren’ deniyor. Çünkü bunların hepsinde canlı organizmanın bütünlüğü içinde
hayat devam ediyor.
‘Beyin ölümü’ bir organın ölümünü değil canlı organizmanın canlılığını sürdüren merkezin ölümünü
tanımlıyor. O yüzden ‘beyni öldü’ demek mantıklı gibi dursa da bütünün değil, yalnızca bir organ
ölümünden bahsediyor gibi. Oysa ‘beyin ölümü’ beyin sapındaki hayati merkezin ölümüdür; beyin
ölümüyle canlı organizmanın bütünde ölüm süreci başlar.”
Tamam da “beyin sapı ölümü” de demiyoruz. Karaciğer ölümü, kalp ölümü demeyip beyin ölümü
diyoruz, beynin özel önemi olduğu için. Aynı şekilde karaciğeri öldü demeyip beyni öldü demek de
beynin özel durumunu anlatır. Benim “beyin ölümü” deyişine itirazım yok zaten. “Beyin ölümü”
tabirinden nasıl Fatma Özlen’in tanımladığı şey anlaşılıyorsa, biri için “beyni öldü” dediğimizde de aynı şey anlaşılır: Beyni öldü, canlı organizmanın bütününde ölüm süreci başladı.
“33 yıldır komada olan Abdülhamit’in Beyin ölümü gerçekleşti” yerine “beyni öldü” dediğimde
Rubicon’u geçtiğini de, Styx ırmağını yüzüp karşı kıyıya ulaştığını da, Sırat köprüsü başında beklemeye
başladığını da, beyin devreden çıktı haydi organları kapışalım durumunu da anlatmış oluyorum şüpheye
yer bırakmadan.
Bir de şu seçenek var: “Abdülhamit beynen öldü.” (Çok geçmeden organizma tamamen ölecek.)
Şeklen, manen, tamamen, maddeten … gibi, beynen.
Mesela şöyle:
“Beynen ölen Abdülhamit’in organları üç kişiye hayat verdi.”
Tabii herkes “beyin ölümü gerçekleşti” diyecek, biliyorum; bütün yazışmalar ve tartışmalar kendi
yolumu, deyişimi bulmamı sağladı. Teşekkür.
Üstünde – üzerinde
“Üst”ü Almanca “auf”, “üzeri”ni “über” karşılığı kullansak olmaz mı? Alper Mollaoğlu
MAD: Özge Atay da İngilizce “on”, “above”, “over” kelimelerini hatırlatmıştı sohbet ederken, yani
belki üst ve üzeri’yi de böyle nüanslı işlevler yükleyip ayrıştırabiliriz.
Bir başka arkadaş, bu soruyu ortaya atan okurumuz Merve Yıldız Güler gibi, ama onun tersine bir
işlevlendirmeyle ayrıştırılabileceğini söyledi bu iki kelimenin: “Üst” fiziki durumlar için (Su üstüme
döküldü), “üzeri” ise soyut durumlar için (Bu meselenin üzerinde daha önce durmamıştım).
Olabilir tabii bütün bunlar, ama yazarlarımız gibi biz de yazarken konuşurken karışık kullanıyoruz, böyle
işlev ayrımlarına gitmemişiz. Bundan sonra gidilebilir tabii ama yazarların eline bakar bu işler, böyle
ayrımlar gözeterek yazarlarsa zamanla yerleşir belki.
“Reimagine the cümle…”
Karmaşık ve anlamsız cümleler kuranlar ya a) konuştukları veya yazdıkları konu hakkında aslında hiçbir
şey bilmemektedir veya b) hile yapmaya, yalan söylemeye ya da (akılları sıra!) ilk olmaya çalışmaktadır.
Kanımca bu yargının tersi de doğrudur. Yani bir insan, özellikle bir akademisyen, çalıştığı alanı bir golden
retriver’a anlatır gibi anlatabiliyorsa konusuna çok hâkim demektir. [Okurumuz, mektubunda özetlediği
Margin Call filminden şu repliğe gönderme yapıyor: “Bay Sullivan, şimdi konuyu bir kez de bir
çocuğa veya daha iyisi, bir golden retriver’a anlatır gibi tekrar anlatabilir misiniz?”] Konu bence bu
kadar basit. Ali Tarhan
“İçerisinde” Tutunamayanlar’da tutunamamış
“İçinde” yerine hep “içerisinde” denmesini konu alan yazıyı yazmaktayken Özge Atay’a sormuştum
acaba Tutunamayanlar’ın pdf’si var mı elinde, diye. Varsa “içerisinde” kelimesi için kolayca
tarayabilirdik metni. Dil konusundaki titizliğini bildiğimiz Oğuz Atay’ın hiç “içerisinde” demediğini
düşünüyordum ama yine de emin olmak istiyordum. Özge de babasının böyle bir kelime kullanmış
olamayacağını söylüyordu, ama elinin altında pdf yoktu.
Oğuz Atay sırf çok sevdiğim biri ve bir yazar olduğu için gelmemişti aklıma, yazıda bir edebiyat
programında konuşurken durmadan “içerisinde” diyen birinden bahsetmiştim. Neşe Aksakal’dı o, Tutunamayanlar Üzerine Yedi Ders diye bir kitap çıkarmış, programda da onun üzerine konuşuyordu.
Söylediklerini önemli, değerli bulmuştum ama “içerisinde” demesini yadırgamıştım, “Oğuz Atay asla
kullanmamıştır” diye düşünmüştüm, “keşke Aksakal da ona uysaydı, buna dikkat etseydi”.
Yazının yayınlandığı gün Özge’den haber geldi, meğer İletişim Yayınları’ndaki arkadaşlardan rica etmiş de
Tutunamayanlar’ı taratmış, içinde hiç “içerisinde” bulamamışlar.