MURAT SEVİNÇ
Bu yazı için bir süredir düşünüyorum. Yazıp yazmama konusunda kararsız kaldım. İki gerekçeyle.
İlki, endişe. Daha önce de yazmıştım, hiç cesur biri sayılmam. Konu şu anda tutuklu bir siyasetçi ile ilgili olunca, acep onunla ilgili ‘Olumlu bir izlenimimi’ paylaşmak başımı derde sokar mı diye kaygılandım.
Açıp TCK ve TMK’ye baktım. ‘Tutuklu siyasetçi hakkında olumlu bir izlenimi dile getirme’ olarak tanımlanabilecek bir durum suç kapsamına alınmış olabilir mi diye? Bulamadım.
Ardından, tutukluluk talep eden makam ve kararı veren hâkim ile ‘Aynı kanıda olmamak,’ bir suç mu diye araştırdım. ‘Aynı kanıda olmamak/farklı düşünmek,’ henüz suç değil neyse ki.
Peki, tutuklu bir siyasetçinin ‘Zarif bir insan olduğunu’ düşünmek? Baktım, hayır bu da suç kabul edilmiyor. Ya ‘Bir anı nakletmek?’ ‘Anı nakletme yoluyla suç işlemek,’ mümkün mü? Değil tabii, saçmalıyorum böyle suç mu olur!
Fakat öyle iddianameler yazılıyor ki nicedir, insan yine de emin olamıyor. Örneğin ‘İltisak’ diye bir kavram moda oldu şimdilerde. Bir örgütle ‘İltisak’ halinde olmak, yani bağlantılı, yapışık olmak!
Eh soruşturma/tutukluluk gerekçeleri böyle ‘İltisakın kayınçosu mültesik!’ mantığıyla yazılınca insan tedirgin oluyor tabii. Her neyse, bunu aştım sanırım. Sonuçta yargının bağımsız olduğu bir hukuk devletinin yurttaşlarıyız.
İkinci kararsızlığım, kısacık ve özel bir telefon konuşmasının ‘İçeriğini’ anlatmanın doğru olup olmayacağı kaygısıydı. Çünkü bir tutukluya danışıp ondan izin alma şansım yok. Söz konusu tereddüdün üstesinden daha rahat geldim. ‘Aman canım nesi özel bu konuşmanın,’ diye düşünerek. Allah’ın bildiğini kuldan mı saklayacağım!
Yaz günleriydi. 15 Temmuz sonrası, Erdoğan TBMM’deki partilerin liderlerini Beştepe’ye davet etmişti. Tabii HDP’liler hariç. HDP o esnada açıkça darbe karşıtı tavır almış olmasına karşın hiçbir basın organında da yer bulamıyordu. Bulduğu bir kaçı da sonrasında KHK ile kapatıldı zaten.
İşte tam o günlerde Diken’de bir yazı yayınlamıştım. Yazının başlığı, beylere bir ‘erkek’ olarak susmalarını öneriyordu. Buraya bırakıyorum.
Farklı toplumsal kesimlerin kaygılarını, gençlerin memleketlerine dair giderek derinleşen umutsuzluklarını, yurt dışında yaşama heveslerini, malum okullardan mezun üniversite öğrencilerinin çaresizlik ve telaşlarını, kadrolaşmanın yarattığı felaketi, liyakatin değerini anlatmaya çalışıyordum. Yazının özeti, ‘Memleket bizim, hep birlikte insan gibi yaşamak dururken nereye ve neden gidelim?’ idi.
Yayınlanmasının ardından, sabah telefonum çaldı. Ekranda ‘312’yi görünce herhalde fakülteden arıyorlar diye düşündüm. Trafik gürültüsü içinde daracık kaldırımda koşturmakla meşguldüm. Önce karşıdaki sesi duyamadım. Bir yerin genel merkezinden aradığını söylüyordu ve birkaç kez tekrar ettirdim.
Sonunda ne olduğunu anlamadan birine bağladılar. Ses tanıdık geldi ama o kadar gürültü vardı ki adını ikinci kez söylemek zorunda kaldı. Telefondaki Selahattin Demirtaş’tı ve bir kez daha kendini tanıtmak zorunda kalınca ‘Evet tanıyorum’ dediğimi hatırlıyorum. Adamcağız muhtemelen ‘Aramaz olsaydım’ diye düşünmüştür.
O güne dek hiç karşılaşmadığım, seçimde partisine oy verdiğim (zaten biliyorsunuz, yazmıştım, ben Türkiye’nin aşırı demokratları tarafından sövülen altı milyon seçmenden biriydim!) ve bir iki yazımda epeyce eleştirdiğim Demirtaş, Diken’deki yazıyı okuduğunu, duygulandığını, teşekkür etmek istediğini söyledi.
Özellikle Türkiye’den ayrılmak isteyen gençler kısmı için. Kendisinin de sık sık bu kaygıları dinlediğini, sağda solda karşılaştığı üniversitelilerin yurt dışında yaşamak istediklerini söylediklerini ve bunu çok üzücü bulduğunu anlattı.
Sözcük sözcük hatırlamasam da, ‘Burası bizim ülkemiz, neden başka bir yerde yaşamayı düşünelim, onlar neden düşünsün?’ mealinde bir iki cümle sarf edip kısa sohbetin, hal hatır sormanın ardından tekrar teşekkür ederek kapattı.
Tabii bu konuşma, benim gibi olabildiğince asosyal yaşamı tercih etmiş (herkese öneririm, ne kadar az kurum, insan ve diyalog, o kadar mutluluk!) biri için pek alışıldık bir durum değildi.
Yaşamım boyunca hiç karşılaşmadığım bir insanla iki üç dakikalık bir telefon konuşması. Nasıl anlatacağımı pek bilmiyorum ancak, doğululara has mahcubiyetin olduğu bir ses. Çok iyi bildiğim, gözlemleyebildiğim bir ton. Öğrencilerde de fark ediyorum yıllardır. Batıdan gelenler çok daha özgüvenli oluyor.
Oysa Doğulu çocuklar daha bilgili olsalar dahi hep biraz mahcuplar. Meslekle, servetle, şöhretle de pek ilgisi yok. Ankara’nın doğusuna mahsus bir ‘efendilik’ hali bu.
Her neyse, Demirtaş son derece nazik bir tavırla, söyleyeceğini söyledi ve kapattı. Dedim ya pek kimseyi tanımam, Yüksekdağ ve diğer tutuklu vekillerle yolumuz kesişmedi. Herhalde onlar da iyi insanlardır.
Demirtaş (ve azımsanmayacak sayıda vekil) şimdi tutuklu ve açıklamalara bakılırsa tecritte. 2011 seçimlerinden sonra, dönemin had safhada bağımsız yargısı tarafından hukuka aykırı biçimde ‘tahliye edilmeyen’ ve sonunda ‘AYM kararıyla’ özgürlüklerine kavuşan CHP, MHP ve HDP’li vekiller gibi.
Aralarında hiçbir fark yok. Şimdi, ‘E canım onlar bölücü ama’ diyecekler olacak kuşkusuz. E canım, diğerleri de darbeciydi değil mi? Üstelik yargılanmaları tamamlanmış, hüküm giymiş darbecilerdi!
Eğer ‘Türkiye’yi böldürmeyeceğiz’ deniyorsa, bu amaç doğru olmasına doğru da, vekil tutuklamakla memleketi bir arada tutmaya çalışmak epey ilginç bir yöntem! Hem belki yeri gelmişken şunu bir kez daha hatırlatmak yararlı olabilir. Demirtaş’a isnat edilen fiillerden biri ‘halkı kin ve düşmanlığa’ tahrik etmek.
Hâlihazırdaki devlet başkanı da aynı suçlamadan yargılanıp hüküm giymişti zamanında. Okuduğu şiir nedeniyle. Yargımız, o günlerde de bir belediye başkanını, onun ifade özgürlüğünü çiğneyerek cezaevine gönderirken, son derece ‘bağımsız’ ve ‘yansızdı!’
Kuşkusuz Demirtaş ve diğer HDP’liler dâhil herkes ve her şey eleştirilebilir, eleştirilmelidir de. Hele ki bir siyasetçi(ler), eleştiriyi herkesten fazla hak eder! Bu başka bir şey.
Buna mukabil sizlerle paylaştığım hiç de özel olmayan özel ve kısa telefon konuşmasından söz etmek, şu anda tutuklu olan Demirtaş’a borcumdur. Tanışmadığı birine ülke sevgisinden ve birlikte yaşamaktan söz eden, yazıdaki örneklerden duygulandığını söyleyen siyasetçi ‘Bölücü’ namıyla ‘tutuluyorsa’ eğer, bu borcu ödemek gerekir.
Yazıyı tamamlamadan, okuduğunuz satırların gerekçesine dair iki şey daha söylemek isterim.
İlki Ahmet Türk’ün hanımı Mülkiye Türk’ün, geçen hafta okuduğum söyleşisinde sarf ettiği tek bir cümle. Ahmet Türk ile gün yüzü görmediklerini, ömürlerinin cezaevi kapılarında geçtiğini anlatırken şöyle bir şey söylüyor: ‘Üzüldüğüm tek şey, güzel bir yaşamın bizlerin olmamasıdır.’ Sizden ricam, bir kez daha okumanız, ‘devrik’ görünen bu cümleyi.
İkincisi, Demirtaş ve diğerlerine dair sessizlik. Bir iki yıl öncesine dek hakkında yazılanları, övgüyü, birlikte çektirilen fotoğrafları, TV ekranlarında söylenen türküleri düşününce! Hadi her şeyi bir yana bırakalım, yalnızca ve yalnızca ‘Tutuksuz yargılanmalı/lar’ demek dahi bu kadar zor mu hakikaten? Eyvah o zaman.
Türkiye’de hangi hukukçu çıkıp hiçbir yere kaçmadığı, kaçmayacağı gün gibi ortada olan bir milletvekilinin, parti genel başkanlarının ‘tutuklu’ yargılanmalarının ‘hukuksallığını’ savunabilir? Emin olun, hiçbiri.
Yarın bir gün koşullar bir kez daha değiştiğinde mi dile getirilecek geçmişe dönük haksızlıklar? Öyle olacak herhalde. Ahmet Kaya’yı linç edip gazetelerinin ön sayfasına büyük puntolarla ‘Vay Şerefsiz’ manşetini atanların, yıllar sonraki arsız halleri gibi.
O meşhur sahnede Serdar Ortaç’la köpükler saçarak marş okuyan kimi ‘selebritimizin,’ devran döndüğünde ‘İnsancıl’ oluverişleri gibi. Hatırlayın, bu göz yaşartıcı ‘aydınlanma,’ Erdoğan’ın çok haklı ‘Hepiniz oradaydınız’ fırçasından sonra olmuştu. Ne yazık.
Peki, o Ahmet Kaya o gün dile getirdiği düşünceleri bugün yineleseydi, nerede olurdu dersiniz? Bu kadar mı sürprizsiz olur bir memleket?
Yazı bitsin artık, sonu yok bunun, uzadıkça uzayacak…
Eğer şu dünyaya birkaç kez gelecek olsaydık, belki birini ‘riya’ ile geçirebilirdik, ama gelmeyeceğiz. 2011 seçimleri sonrasında MHP, HDP ve CHP’li milletvekillerinin tahliye edilmemeleri, tutuksuz yargılanmamaları anayasaya ne kadar aykırıysa, şimdikiler de o kadar aykırı. Bu kadar.
İki vekil tanıyorum HDP’den. Biri Ankara Hukuk’tan kamu hukukçusu Mithat (Sancar) Hoca. Diğeri bizim dönem Mülkiye mezunu Ayhan Bilgen. Tanıdığım en zarif insanlardan biri, eski Mazlum-Der, şimdiki parti sözcüsü Ayhan Bilgen.
Onlardan bir ricam olabilir. Ola ki ziyarete giderlerse, selam söylesinler…
Bir kısa belgesel önerisi: Ümit Kıvanç’ın, Türkiye’nin en önemli insan hakları savunucusu ve avukatlarından biri olan Tahir Elçi hakkındaki belgeselini buraya bırakıyorum.