MURAT SEVİNÇ
Bir kuşak için çok önemli bir semboldü necefli maşrapa. Eve büyük mücadelelerin ve fedakârlıkların ardından TV alınır, oturma odasının en merkezi yerine yerleştirilir. Üzerinde dantel örtü. Öyle herkesin kurcalayabileceği bir alet de değil, açma kapama işini büyükleriniz yapar. Ayrıca sınırlı saatlerde yayın vardır, her açtığınızda bir şey seyredemezsiniz. İşte necefli maşrapa, TV’de yayın kesildiğinde ekranda beliren semboldü. Onu bile ‘seyrettiğimizi’ hatırlıyorum!
Muhtemelen çok muhafazakâr bulacaksınız bu düşüncemi ama bana kalırsa ‘nicelikteki olağanüstü artışın niteliği berhava edişinin’ en iyi örneklerinden biridir TV kanalları. Tek kanallı TRT’de, bu satırların yazarı gibi bir kenar mahalle çocuğunun yaşamını değiştirecek işler yayınlanıyordu. Başkaca hiçbir merakı olmayan bir gencin dahi yalnızca TV izleyerek sinema klasiklerinden, edebiyat uyarlamalarından, önemli tiyatro eserlerinden haberdar olması mümkündü.
Örneğin Cyrano de Bergerac’ın önce filmini izleyip sonra kitabını okumuştum. Siyah beyaz filmin başrolünde muhteşem Jose Ferrer oynuyordu. TRT sayesinde. Ya da komedi klasikleri. Lorel Hardy, Harold Lloyd gibi. Bunlar çok önemli insanlardı ve o tek kanal sayesinde haberdar olmak mümkündü. Önemli Westernleri hiç anmıyorum bile. John Wayne gibi yürüyeceğim diye neler çektim!
Şu anda, tabii kaçınılmaz biçimde sayısız kanal var ve sözünü ettiğim her eseri cep telefonundan dahi izlemek mümkün. Ancak TV başka bir etkiye sahip ve malum dünyanın en çok TV izleyen ülkelerinden biriyiz. Dolayısıyla ‘kamusal sorumlulukları’ da etkileriyle doğru orantılı olmalı. Hele ki bizim vergimizle ayakta duran TRT’nin. O TRT’de nitelikli çok insanın yıllardır eziyet gördüğünü, yandaş olamadıkları için dışlandıklarını biliyoruz.
Uzun süredir akşam vakti diziler dışında en çok seyredilenler, hiç ilgilenmediğim yarışma programları ile uzun yıllar önce ilişiğimi kestiğim tartışma programları. Ancak seyretmeseniz de kaçamıyorsunuz. Ya kanalları karıştırırken rastlıyorsunuz ‘tartışmacılara’ ya da internet haberlerinde rastlıyorsunuz. Ama internete yansıyanlar daha ziyade önemli kanallarda konuşulanlar oluyor; örneğin CNN Türk gibi. Ufak tefek yandaş TV’leri pek ciddiye alan olduğunu sanmıyorum.
Söz konusu akşam programlarının ‘tartışma’ adını hak etmedikleri kanısındayım. Tartışmak için ortada tartışmaya değer bir konu, o konu hakkında birikim sahibi olan birileri ve o birilerinin tedirgin olmadan konuşabilecekleri siyasal atmosfere gereksinim var. Hangisi var Türkiye’de? Bizde yapılan tartışma filan değil, şu: İki ‘grup’ insan davet ediliyor. Tabii, her zaman aynı insanlar! İki temel nitelikleri var. İlki, yandaş ve muhalif kimlikleri olacak. İkincisi, çizilen sınırlar dışına çıkma olasılıkları bulunmayacak. İşte böylesi iki grup, abdesthane ibriği gibi karşılıklı oturtuluyor ve aynı şeyleri, aynı iştahla, tek bir özgün sözcük sarf etmeden konuşuyor. Biri çok bağırırsa da ertesi gün gazetede okuyorsunuz (ben bu aşamada haberdar oluyorum!). Durum o kadar vahim ki, Türkiye’yi hiç tanımayan biri, memlekette tek bir başarılı muhabir ve tek bir kamu hukukçusu olduğunu zannedebilir. Burada sözünü ettiğim, yıllardır takip ettiğim İsmail Saymaz kuşkusuz. Herhalde bana kızmayacak ve manzarada ‘bir tuhaflık’ olduğunu kendisi de kabul edecektir! Ceza/kamu hukukçusunu ise geçelim; o, yakında yemek programı dahi yapabilecek bir birikime sahip anladığım kadarıyla. Diyeceğim, merkez medyanın durumu bu.
Bunların dışında bir de çeşitli tonda muhaliflerin sol eğilimli kanalları var. Kürtlerin kanalları da dâhil. Zar zor ayakta durabilen, izleyicisi göreli az kanallar. Şimdi tümü kapatılıyor. Sözleri kesiliyor. KHK’ye dayanarak. Anayasa’ya aykırı ama artık kimsenin ciddiye aldığı yok Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı, bu nedenle boş veriyorum. Eh geriye ne kaldı? Serdar Ortaç’ın bir şarkısı var ya; ‘binlerce resmi gazete!’ Aynı başlıkla çıkan kâğıt israfını bir yana koyarsak, yazılı basında iki üç ‘gazete’ kalıveriyor Türkiye’de. Onların da geleceği meçhul! Başka? Bizim Diken benzeri kanallar, hepsi bu.
Şuraya gelmek istiyor ve her zamanki gibi lafı uzatıyorum. Artık her birimiz o necefli maşrapanın karşısındayız. Az sayıda gerçek haber mecrasını bir yana koyarsak, Türkiye’de sesini duyurma olasılığı bulunan kim var kim yok, şansını kaybediyor ve koskoca memleketin tüm renkleri o maşrapanın karşısına sıralanıyor.
Hâl böyleyken, muhalif olan ya da öyle olduğunu iddia edenler, kendisine ‘göreli daha yakın olanı’ yemek ve hatta çok daha vahimi, yok etme çabasına girişebiliyor. Pek akıl kârı değil gibi bu durum. Eleştiriden, sert eleştiriden, yazı ile dalaşma ya da kavgadan değil, açıkça ‘yok etme’ ve ‘değersizleştirme’ iştahından söz ediyorum.
Beni asıl ilgilendiren, sosyal medyada hızlı ve bir biçimde ‘solcu’ olduğunu iddia eden ‘kimi’ muhaliflerin tavrı. Öncelikle şunu söylemeliyim. Solcu olmak hayli zahmetli bir iş. İyi kötü okumak, emek harcamak şart. Ayrıca insana ahlaki sorumluluk da yüklüyor. Emek harcamak da yetmiyor, bir de solun ağır abi ve ablalarına kendinizi kabul ettirmeniz, solun kendi içindeki ALES’lerini, YDS’lerini vs. geçmeniz, meslek memurluğundan müsteşarlığa sabırla yükselmeniz gerekiyor. Yok öyle, ‘ben solcu oldum’ demek! Kişisel olarak bu aşamalardan sıkıldığım için ve yeteneksizliğim sayesindedir ki, meslek memurluğunda kalıp yükselemedim! Her neyse, bu konuya ve ‘solculuk standartları enstitüsü’ ile ‘enstitü sorumlu müdürlerine’ bir başka yazıda geleceğim.
Burada şunu anlatmaya çalışıyorum. Sol içi tartışmalar ve başvurulan referanslar her zaman son derece canlı ve çetrefil. Bunun bir sonucu da sanırım, hiç kimsenin bir diğerini yeteri kadar solcu bulmaması oluyor. Türkiye’de solculukların başına ‘liberal’, ‘özgürlükçü’, ‘ulusal’ vs. konulması da bir ‘sonuç’ gibi. O kişi o sıfatı benimsememiş olsa dahi, bir diğeri onun için ‘gerekli’ ve ‘yeterli’ görüyor. Dediğim gibi, bir başka yazıda derdimi daha iyi anlatırım herhalde.
Gelelim başlıktaki isimlere. Nuray Mert, sol liberal olarak tanımlananlardan bildiğim kadarıyla. Belki o da kendisini bu şekilde tanımlıyordur, bilmiyorum. Mert, ilginç bir biçimde yıllardır sık aralıklarla gündemde. Şimdi de bir başkasının e-postasında kendisinden yapılan ‘aktarmalar’ nedeniyle konuşuluyor. Eleştirilere Cumhuriyet’teki köşesinde yanıt verdi. Benim konum bu değil, ilgilenmiyorum. Derdim, ona yönelen eleştirilerin, sınırları çok aşıp ‘yok etmeye’ yönelmesi.
Nuray Mert’i her zaman okurum. Zamanında Cogito’da çıkmış makalesinden bugüne. Çok beğendiğim yazıları da oldu, hiç beğenmediklerim de. Bazen cesur ve haklı bulurum bazen de biraz fazla iddialı/itici! Özellikle bazı konularda sergilediği, ‘ben yazmasam kimse yazmayacak’ tavrını. Bir yazarı beğenmiyorsanız ya okumazsınız ya da eliniz kalem tutuyorsa polemiğe girersiniz. Peki, sosyal medyada açıkça ‘yok etme’ eğilimi neden? Bu denli küfür kıyamet? Örneğin geçenlerde yeni internet gazetesi Gazete Duvar’da İrfan Aktan, Nuray Mert’in Cumhuriyet’te yazdığı bir yazıya sertçe eleştiri yöneltti. Buraya ekliyorum: Aktan’ın yazısında da katıldığım ve katılmadığım yerler var. Özellikle son paragrafı Aktan’ın içine kaçmış bir ‘üç harfli’ mi yazdı diye düşünmedim değil! Buna mukabil söz konusu olan bir eleştiri yazısı. Aman Allahım, yine sosyal medyada o yazı üzerinden bir linç ve karalama. Bu kez kızgınların çoğu anlayabildiğim kadarıyla ya Kürt ya da Kürt’ten daha Kürt olmaya çabalayan cengâverler.
O yazıyı ve Mert’i bir yana bırakalım. HDP ve Kürt siyasi hareketine, örneğin Demirtaş’a yönelik ‘eleştirilere’ karşı ölçüsüz kızgınlık ve zaman zaman eleştirenin canına okuyan tavır kabul edilebilir mi? İşin ilginç yanı, şunu gayet iyi biliyorum ki, bir Kürt siyasetçi çoğu zaman sempatizandan çok daha makul karşılıyor sert eleştirileri. 140 karakterde, büyük rahatlıkla ‘düşman’ ya da ‘çıkarcı’ ilan etmek nedir insanları? Ya da, HDP’nin seçim barajını geçmesi gerektiğini savunan yazılar kaleme alınırken oturulan o rahat koltuklar, neden eleştiri yazısı kaleme alındığında bu denli rahatsız edici hale gelsin? Koltuk aynı koltuk, popo aynı popo! Bu konu başka yazıya kalsın ama. Epey uzun yazmayı gerektiriyor.
Benzer yok etme ve ‘oh olsun’ tavrı, örneğin bir süredir Altanlar’ın tutuklanmasına da gösteriliyor. Yine, yandaşlardan değil, muhalif kanattan söz ediyorum. Altan kardeşler, eğer mücadele verilecek insanlar ise, bunun yolu akıl dışı gerekçelerle tutuklanmalarına alkış tutmak mı? Adil yargılama ilkeleri ihlal ediliyor diye sevinilir mi? İnsan birilerinden nefret edebilir, iyi hoş da nerede kaldı ‘ilkelere’ sadakat. Sübliminal mesaj nedir, Allah aşkına! Bugün ona ‘sübliminal’ yarın sana bana ‘gözünün üstünde kaşın var’.
Sosyal medyada, kuşkusuz ‘bir örnek’ olmayan birileri, sözüm ona sol çağrışımlı argümanlar kullanarak, aslında yine ‘bir örnek’ olmayan yazarları aynı torbaya koyup ‘yok edici’ bir üslupla yıpratma derdinde. İnsanların haksızca ‘içeride’ olmasının ya da birilerinin sözel linçe maruz kalmasının kime ne faydası var? Nuray Mert bugün çıkıp “Ben artık yazmıyorum” dese, kızgınların nasıl bir kazancı olacak? Ha bir de ‘yetmez ama evetçilik’ üzerinden küfür kıyamet var ki onu hiç sormayın! Oysa Mert, çok sayıda ‘hayır’ yazısı yazdı ve 2010’da tavrını açık biçimde ‘hayır’dan yana koydu. Gel gör ki klavye kahramanları bunu dahi öğrenme gereksinimi duymuyor. Çünkü ortada, içine gözü kör olası ‘liberallerin’ tıkıştırıldığı bir çuval var ve değil mi ki kişi o çuvalda, zaten yetmez ama evetçi! Öyleyse, bas küfrü! Bunları yazarken, acep Nuray Mert’in avukatlığını mı yapıyorum ki? La havle…
Değerli okur, şu satırları okuyan ya da okumayıp benzer düşünen insanlar, hepimiz bir süredir kurulu düzenin necefli maşrapasını izliyoruz. Hâl böyleyken, yazan çizenlere çok hoyratça davranmamakta, onları yok etmeye yönelik kampanyalara mesafeli olmakta yarar var. Başka yolla özgür düşünceyi sahiplenemeyiz. Özgürce düşünemeyip konuşamadığımızda da, artık o maşrapanın içindeyiz demektir. Sert eleştiri başka, küfür kıyamet başka bir şey. Herkes ve her şey eleştirilir. Eleştirilmelidir. Eleştiri çok sert de olabilir. Buna mukabil, yok etme çabasının, maşrapanın sahibi dışında aklı başında hiç kimseye bir hayrı yok…