ONUR ÖNCÜ
@oencueonur
Televizyon kanallarında spikerlerin çok klişe bir cümlesi var: “Milyonlarca emeklinin gözü kulağı bu toplantıda.” Bu cümle son üç dört yıldır hayatımızın bir parçası oldu.
AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, en düşük emekli maaşının 10 bin liradan 12 bin 500 liraya yükseldiğini söyledi. Bir gazeteci, Güler’e “12 bin 500 lira emekli maaşı alan emekliler 12 bin 500 lira almaya devam edecek. Burada bir adaletsizlik yok mu?” diye sordu. Güler’ şöyle yanıt verdi: “Bütçemizin büyüklüğü belli.”
Bu yanıtın çeşitli versiyonlarını bir süredir AKP’li yöneticilerden duyuyoruz. İktidar yöneticileri bir ‘kaynak krizi‘ne işaret ediyor. Asgari ücrete zam yapılmaması ve sadece en düşük emekli maaşına yüzde 25’lik bir zam yapılmasının sebebi gerçekten de kaynak krizi mi?
Ekonomideki bu tabloyu iktisatçı yazar Mustafa Sönmez’le konuştuk…

AKP’li yöneticilerin de dediği gibi emekli için ‘kaynak krizi’ mi var?
Emekliler için bir kaynak krizi yok. Kaynak bulunur aslında. Eğer niyetiniz varsa vergi almadığınız kesimlerden vergi alırsınız, vergi kaçaklarını önlersiniz, kaynak yaratırsınız…
Emekliye 2 bin 500 lira zam yapıldı. En düşük emekli aylığı 12 bin 500’e çıktı. Yeterli mi bu?
Her şeyden önce bu artış gerekliydi ama yetersiz. Bir kere onu söyleyeyim. Çünkü açlık sınırı 19 bin liranın üstünde. Siz emekliye şimdi lütfedip 12 bin 500 lira veriyorsunuz. Hala 7 bin lira civarında açlık sınırıyla arasında fark var. Burada mesele kaynak meselesi değil. Mesele öncelik meselesi.
Peki neden kaynak krizi imajı çiziliyor?
Bir kere çekiniyorlar, korkuyorlar. Yani 31 Mart’ta gösterilen sarı kart önemli bir sarı karttı ve emeklilerden de geldi bu kart. Seçimlere daha dört yıl var ama bakın öyle bir öfke birikiyor ve o şekilde kendini hissettiriyor ki bu tür düzenlemeleri hemen yapmak zorunda kalıyorlar. Bu aslında kaybetme korkusu. Çünkü şundan emin değiller: Zamanında bir seçim çok mümkün görünmüyor. Erken seçim basıncını üstlerinde hissediyorlar. Erken seçim basıncının yanı sıra toplumdaki öfkeyi hissediyorlar. Yani geçim problemi. AKP’ye karşı çok büyük bir tepki var. Bugüne kadar AKP’ye oy verenler bile geçim sorunu nedeniyle ciddi tepkiler gösteriyor. Mesele kaynak meselesi durumu değil. Bütçede kaynak var. İsterlerse gücü yetebilenlerden çok daha fazla vergi alabilirler. Muafiyet tanıdıkları vergileri kaldırabilirler. Vergi denetimi yapabilirler, vergi kaçağı çok büyük. Bütün buralardan kaynak yaratılabilir.
İkinci olarak harcamaları kısabilirler. Harcamaları kısıp emeklilere verebilirler.
Nedir bu harcamalar?
Başta kırtasiye, bürokrasi harcamaları. Hala dehşetli bir kırtasiye harcaması var. Gereksiz harcamalar var. Personele ödenen çifte maaşlar var. Bütün buralardan isterlerse kısıtlamalara gidebilirler, kaynak üretebilirler. Oradan harcamaları kısıp bu tarafa aktarabilirler. Mesele dediğim gibi öncelikler meselesidir. Bunun dışındaki bütün bahaneler geçersizdir.
‘Vergi’ vurgunuz öne çıkıyor. Sermaye için ‘Türkiye vergi cenneti’ deniyor… Öyle mi?
Evet. Çok büyük vergi adaletsizliği var. Bakın, vergilerin 3’te 2’si dolaylı vergi. Yani tüketici vergisi. Tüketirken ödenen vergiler. Bu tüketimin de nüfuz olarak ağırlıklı kısmı alt-orta sınıfların tüketimi. Dolayısıyla dolaylı vergi sisteminin gövdesini oluşturuyor. Oysa doğrudan vergiler daha önemlidir. Doğrudan vergilerde de en büyük adaletsizlik yine ücretli maaşlıların bordrolarından alınan, orada stopaj olarak işverene yükümlülük bindirmiş, onların vergilerini kesip ödeyeceksin diye. Kaçak nerede var? Beyan edilen gelirde var. O da kimin geliri? Şirketlerin serbest çalışanlarının.
Şirketlere kurumlar vergisi getirmiş. Şirket “Gelirim şu kadar, giderim bu kadar, şu kadar kar elde ettim” diye oradan kurumlar vergisi ödüyor. E ama gideri göstermek için envai çeşit faturalar icat ediyorlar. Herkes de biliyor ki devasa bir naylon faturacılık var.
Nasıl yani?
Böyle zincirler şeklinde şirketler kurulmuş. Naylon fatura ticareti yapıyorlar. Ve bunun üstünden gelirlerini karatıyorlar, harcamaları yüksek gösterip vergilerini düşük ödüyorlar.
Buradaki sıkıntı denetim mekanizmasında mı?
İçişleri Bakanlığı’yla beraber Maliye Bakanlığı’nın bu naylon fatura örgütlerinin üstüne gitmesi gerekiyor. Ama bunların bir ayakları da siyasete ulaşıyor. Yani inanılmaz tezgahlar var. Bunlar üstünden harcamalar şişiriliyor, gelirler düşük gösteriliyor. Bütün bunların üstüne gidilse nasıl gelirler ortaya çıkar… Bu daha adil vergi yükü dağılımı ve daha adil bir gelir dağılımı imkânı yaratır. Ama bunlar yeterince yapılmıyor. Bu gayet açık.
“Bir tezgah var” dediniz. Nedir o tezgah biraz orayı açabilir miyiz?
Bunu bizzat Mehmet Şimşek de biliyor. Çeşitli şirketler birbirlerine fatura kesiyor. Naylon faturalar kesiyorlar. Kurumlar daha az vergi ödemek için bu şirketlerden hizmet almış görünüyorlar ve onlardan naylon faturaları harcamaları gibi gösterip kazançlarını düşürüp ona göre de daha az vergi veriyorlar. Şimdi böyle naylon fatura tedarik eden dehşetli zincirler var. Ve bunlar zaman zaman bir siyasi destek de buluyor. Bunların ucu siyasi partilere de gidiyor. Dehşetli bir naylon faturacılık şebekesi hâkim. Bunun yeterince üstüne gidilmiyor. Bundan dolayı da vergi ödemesi gereken kesimler harcamalarını naylon faturalarını şişkin gösterip, daha az vergi ödeme imkânı buluyor.
Bu bahsettiğiniz ülkenin içinde bulunduğu ‘çürüme’nin bir özeti aslında. Peki bu krizden çıkış için Şimşek programı çözüm mü?
Herkesin çok açık dile getirdiği bir yoksullaşma sorunu var. Hakikaten hiçbir dönemde insanlar bu kadar alım gücü güçsüzlüğü hissetmemişti. İnsanlar sürekli kendi gelirlerindeki artışla, mal ve hizmetlerdeki artışı kıyaslıyor ve mal ve hizmetlerdeki artışa yetişemiyor gelirlerindeki artış. Yetişemeyince de alım güçleri düşüyor, güçsüzleşiyor ve yoksullaştığını çok açık bir şekilde hissediyorlar. Bu durum yakın Türkiye tarihindeki krizlerde, 2001, 1994, 1980’de hiç yaşanmadı. Bu ölçüde gelirlerin enflasyonun çok çok altında kaldığı böyle bir dönem olmamıştı.
Şimdi ortada çok dehşetli bir enflasyon problemi var ve bu enflasyon problemi bize resmi olarak yansıtılanın çok ötesinde. Bu TÜİK tarafından objektif olarak ölçülmüyor. İşte bugünlerde yıllığı yüzde 70 gibi gösterilen enflasyon aslında çok daha yüksek.
Asgari ücretliler toplumun gövdesini oluşturuyor. Asgari ücretlilere temmuz ayında zam yapılmadı. Sıfır zam. Geriye dönüp bakıyorsunuz, altı ayda yüzde 25 resmi enflasyon yaşanmış. Hiç olmazsa bunu verseydiniz. Bunu vermediler. Bunu lütfedip memurlara, emeklilerin bir kısmına verdiler. Şimdi asgari ücrete zam yapmadığınız zaman bu zincirleme olarak bütün ücretleri etkiliyor. Gelirdeki artışla enflasyon artışı arasında makas açılıyor.
Resmi enflasyon gerçekliği yansıtmıyor. Bunun çok daha üstünde bir enflasyonun yaşandığı belli. TÜİK işini yapmıyor. TÜİK tamamen iktidarın emrinde.
TÜİK suç mu işliyor?
Evet, suç işliyor. Çünkü emeklilerin memurların maaşları, TÜİK’in belirlediği enflasyon oranında artırılıyor. Çok doğru ölçmediği zaman insanlar mağdur oluyorlar, bundan dolayı da hakikaten bir suça karışıyor TÜİK.
Mehmet Şimşek tarafından bu enflasyon artışının yavaşlatılmasına dair program çok parlak bir program değil. Tespit ve teşhis doğru değil. Burada Mehmet Şimşek talep odaklı bakıyor. “Talep yüksek olduğu için fiyatlar artıyor” diyor. “Talebi bastırırsak fiyatlar da terbiye olur” diyor. Talebi bastırmaktan kastı da asgari ücretliler, emekliler, yani dar gelirliler. Yani tüketimin yüzde 7’sini yapabilen kesim. Buna karşılık tüketimin büyük kısmını yapan kesimlerin talebini yavaşlatacak herhangi bir hamle yok. Tabii bunun kadar önemli olan, sadece taleple ilgili değil, arz eksiliği de var. Yeterince bazı ürünler üretilmiyor.
Nedir onlar?
Başta gıda. Tarımda üretim eksikliği var. Tarım çökmüş, çiftçi küstürülmüş vaziyette. Yeterli hayvansal ve bitkisel üretim yok. İthalat da yeterli gelmiyor. O zaman piyasaya çıkan sınırlı kaldığı için fiyatlar hiçbir zaman boyun eğmiyor. Böylece bir arz eksikliği var.
İkincisi, kiralar. Yeterince kiralık konut yok. Kiralık konut olmayınca kiralardaki artış bir türlü durmuyor. Bu da arz eksikliğinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla mesele Mehmet Şimşek’in gördüğü gibi sadece bir talep meselesi değil, arz eksikliği meselesi. Konut ve gıdada ciddi arz eksikliği var. Bunu hiç dile getirmiyor. Buna dair önlemleri yeterince yok. Bunlara dönük bir önleminiz yoksa sizin enflasyonu indirme şansınız da olmaz.
Mehmet Şimşek 2023 haziranında iş başına geldiğinde enflasyon yüzde 38 idi. Yüzde 75’e kadar çıkmasına izin verdiler. Erdoğan’ın yerel seçimler dolayısıyla sıkı politika istememesi fiyatları da artırdı. Yüzde 75’e vuran enflasyon şimdi yıllık olarak aritmetik oyunlarıyla yüzde 70, yılın sonunda da 43’e düşecek. Şimdi yüzde 43’e düşse bile bu çok yüksek enflasyondur. Türkiye, üç yıldır bu enflasyonla boğuşuyor ve bundan dolayı çok ciddi kan kaybı oldu. Çok ciddi gelir adaletsizlikleri oldu.
Mehmet Şimşek’e bir kere güven yok. Enflasyonla mücadelede en önemli şey güvendir. İnsanların fiyatların düşeceğine inanmasıdır. Bundan dolayı da telaş etmemesidir. Şimdi insanlar ellerine para geçtikçe ürün alıyorlar, stok yapıyorlar. Talep düşük gelirlilere rağmen hiç azalmıyor. İnsanlar borçlanıp ürün satın alıp stokluyor. “Bu fiyattan daha bulamayız” diye… Bu bir güvensizliğin sonucu. Güvensizlik de politik bir mesele. Mehmet Şimşek güven veren bir isim değil.
Peki sermaye? Sermaye’nin güveni var mı?
Sermaye bana dokunulmasın da gerisi ne olursa olsun derdinde. Şu an bir şikayetleri olmuyor ama uzun vadede bir şikayetlerinin olması gerekir. Çünkü onlar da şunu görmeliler ki, Türkiye böyle gidemez. Böyle patinajla yaşayamaz.
Sendikalar da sanki yetersiz gibi. Sizce tam bu noktada sendikalara ne gibi sorumluluklar düşüyor?
Türkiye’de sendikaların büyük bir kısmı -DİSK’i dışarıda tutmak gerekir- DİSK’in dışında ana gövde olarak TÜRK-İŞ, HAK-İŞ. Bunlar sendikal misyonlarını görevlerini yapmıyor. Bunlar içi boşaltılmış kurumlar. Başkanlıkları tamamen (Cumhurbaşkanı Tayyip) Erdoğan’la senkronize başkanlıklar. Hiçbir şekilde bir hak mücadelesi içine girmiyorlar.
Normalde asgari ücretin artışında büyük sendika olarak TÜRK-İŞ’in mücadele etmesi gerekir. TÜRK-İŞ’in daha mayıs ayında “Bu asgari ücreti artıralım” diye meydanlara çıkması ve temmuz ayında bir asgari ücret mücadelesi yapması gerekiyordu. Yapmadılar. Hiçbir çaba göstermediler. HAK-İŞ, Erdoğan iktidarıyla daha organik ilişkiler içerisinde. Dolayısıyla normalde başka ülkelerde gördüğünüz ekonomik mücadelenin aracı olarak sendikaların hak mücadelesi yapmaları Türkiye’de olmuyor. Çünkü bu kurumlar ya korkutularak ya paralize edilerek içi boşaltılmış kurumlar. Bir ekonomik mücadele şartı kalmamış.
Nasıl mücadele edilmeli? Ve bu tablodan çıkış için ne yapılmalı?
Bu şartları düzeltmenin tek bir yolu kalıyor: Politik mücadele. Bu ancak sandık döneminde mümkün, sandık kurulduğu zaman iktidarlar terbiye oluyor. Bazı tavizler vermek zorunda kalıyorlar. Ya da iktidardan uzaklaştırılıyorlar.
Şimdi Türkiye’de ne yazık ki Erdoğan hükümetinin ağır baskı rejiminden dolayı ekonomik mücadelenin ideolojik mücadelenin alanı son derece daraltılmış durumda. Bir tek politik mücadeleye alan kalmış durumda. Bu nedenle de mutlaka ama mutlaka bir erken seçim mücadelesi içine girmek gerekiyor. Hem seçmenin hem muhalefetin en kısa zamanda bir sandık kurulması ve erken seçime gidilmesini istemesi gerekiyor.