MURAT SEVİNÇ
Bugünün anayasal haklarına varılan yolda yüzyıllar boyu kabul edilen birtakım sözleşmelere bakarsanız, taa 1215 tarihli Magna Carta’dan, sonrasında o meşhur ‘sözleşmeci’ düşünürlerin yaşadığı çağdan, Fransızların ve Amerikalıların ‘bildirge’lerinden, bizim topraklarımızdaki ilk anayasal belgelerden, örneğin 19’uncu yüzyıl fermanlarından ve 1876 Kanun-ı Esasi’den bugüne, hak ve özgürlükler konusunda benzer hükümlerle, vaatlerle, garantilerle vs. karşılaşırsınız.
İnsan evladı, örneğin ‘müsadere’ yasağıyla malını mülkünü güvenceye almak istemiştir. Ya da yargısal garantilerle en temel uyruk haklarını… Ortada bir yasa yoksa suç da olamayacağı, dolayısıyla ceza verilemeyeceği, yargıç-adil yargılanma güvencesi, düşünce-ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü… ‘Temsilciler’in marifeti yasaların koruyuculuğuna yönelik inançla, ‘yasal güvence’ arzusu…
Yüzyıllardır insan, özetle canını, ırzını, mülkünü ve söz özgürlüğünü güvence altına almak, muhtelif saldırılara karşı korumak istiyor. Hükümdarın yetki alanını sınırlamak, devlet güçlerini farklı organlar arasında paylaştırmak, günümüzün medeni-demokratik ilkelerine (demokrasi, hukuk devleti, sosyal devlet, laiklik vs.) sahip olmak; dininden, kökeninden, cinsiyetinden dolayı ayrımcı uygulamalarla yüz yüze kalmamak, özgür basından ‘gerçeği’ öğrenmek… Tümü, kuşaklar boyu, insanın devlete karşı kendini koruyabilmek için yarattığı örgütlenmenin yapı taşları. Tümü, insanca yaşamın güvencesi ve tümü, demokrasinin ‘demos’unun varlık nedeni.
Yaklaşık yarım yüzyıldır, Batı’dan dünyaya ithal edilen hâkim ekonomik ve siyasal kabullerin klasik liberal demokrasilerdeki ‘yurttaş’ın yurttaşlık vasfını kaybettirdiğine, demokrasinin sosyal vasfının yok edildiğine tanık olunuyor. Söz konusu yıkım sürecinde gelinen yere, ‘temsili demokrasilerin krizi’ adı verildi. Öyle ki başta anayasalar olmak üzere uğruna onca çile çekilen hak ve özgürlükler demetinin ‘güvence’ niteliğini neredeyse ortadan kaldıran bir kriz bu. Her ülke kendi payına düşeni yaşıyor kuşkusuz. Türkiye gibi, demokrasinin çok kırılgan olduğu yerlerde ‘demos’un hali diğerlerinden daha vahim.
Türkiye, bir yandan krizdeki ‘sistem’in parçası olarak irtifa kaybederken, diğer yandan kendine özgü koşullarının ceremesini çekiyor. Tanıl Bora’nın, zamanında ‘linç’ eylemleri için kullandığı ‘medeniyet kaybı’, bizim siyaset ve günlük yaşamımızın en sık çağrıştırdığı ifadeye dönüştü. Yaşadığımızın, her şeyden önce bir medeniyet kaybı olduğu kanısındayım.
Nicedir yoksunluğunu hissettiğimiz, insanlığın asırlar boyu mücadelesinin sorucunda kazandığı en temel-asgari haklar. Ahali, ayağının altındaki toprağın çekildiğini hissediyor.
Milyonlarca ruhsatsız silah olduğu iddia edilen sokaklarda ‘can güvenliği’nden endişeli.
Düşüncesini dile getirdiğinde kendisinin ya da yakınlarının başına bir şey gelmesinden endişeli.
Mahkemeye düştüğünde adil yargılanmayacağından endişeli.
Kendisine sunulan haberlerin doğruluğundan kuşkulu.
Evini barkını, toprağını ağacını, işini gücünü kaybetmekten endişeli.
Çoluk çocuğunun geleceğinden endişeli.
Tarikat ağlarıyla sarılan günlük yaşamında iyice nefessiz kalmaktan endişeli…
Endişe ve mutsuzluk, peşi sıra umutsuzluk, milyonlarca yurttaşın baskın duygusuna dönüştü. Her araştırmada, dört gençten üçünün ‘fırsatını bulursa’ yurt dışında yaşamak istediği sonucunun çıkmasından daha kötü ne gelebilir bir ülkenin başına.
Güne, Gebze’deki bir barınakta öldürülen kedi köpek haberleriyle başladım, Açık Radyo’nun karasal yayın lisansının iptali haberiyle tamamladım. Bir hayvanı durup dururken öldüren insan, her canlıya, her şeyi yapar. Siyaset, hukuk, şu bu, boş verelim şimdi; masum hayvanları öldürüp çöpe atan, öğüten, bunu halka, çocuklara seyrettiren bir cinnet halini hazmedebilen insanlarla ortak bir medeni yaşam kurulamaz.
Üç-beş yobazı tatmin etmek için İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçiliyor, birileri kadınları öldürüyor, birileri el kadar çocukları öldürüyor, birileri güzelim hayvanları öldürüyor, birileri sokakları vahşi batıya çeviriyor, birileri insan evladının birkaç asırdır sahip olduğu asgari hak ve özgürlüklerden yoksun kalalım diye canhıraş çaba harcıyor.
Günlerdir ‘ayağa kalkma’ tartışması yürüten ve bu durumdan pek mahcup olmuşa benzemeyen muhalefetin, yaşananların sade yurttaşı ne hale getirdiğini görebildiğini, hoşnutsuzluğun, bezginliğin ölçüsünü tam anlamıyla kavrayabildiğini sanmıyorum. Sıradan yurttaş, 1839 Tanzimat Fermanı’yla güvenceye alınan bazı haklarını yeniden kazanmanın peşinde… Muhalefet, anket yaptırıyor.