H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Müzik
19070’li yıllarda evimizin en görkemli müzik cihazı kasetli radyoydu.
15 günde bir babam istediğimiz yeni bir kaseti alırdı.
İstasyonun karşısındaki çay bahçesinde durmadan dinlediğimiz o şarkı için, kardeşimle epey yalvardığımızı anımsıyorum.
Şimdi soğuk ve sisli bir İstanbul gecesinde, dijital kayıt üzerinden dinlediğim o buğulu ses… Nedense bir tren garında başlayan yolculukları hatırlatan…
Bir kadın ve bir erkek yabancı bir dilde, birbirini ikna etmeye çalışıyordu. Tıpkı benzerlerinin gökyüzü altındaki binlerce yıllık öyküsü gibi…
Kadının adı Dalida’ydı. Erkek Alain Delon.
Ardından Ajda Pekkan seslendirmişti. Erkek sesi ise Cüneyt Türel ustaya aitti…
Böyle tanıştık Dalida’yla.
Önce kasetleri, plakları ve cd’leriyle, bugün dijital listelerimde, kendine özel o yerini hep korudu.
17 Ocak doğum günüydü.
Eğer Montmartre’daki evinde intihar etmesiydi sabaha karşı, ihtimal ki bu yıl 90’ıncı yaş günü için görkemli bir kutlama töreni yapılacak, özel gün plakları basılacaktı yeniden…
Bu olağandışı auraya sahip kadın Kahire doğumluydu. Akdeniz sıcaklığını İtalyan kanından, zarifliğini vatandaşlığına geçtiği Fransız kültüründen almıştı.
Babası Kahire Operası’nda birinci kemandı. Asıl adıyla Lolanda Gigliotti’nin yazgısı katıldığı bir güzellik yarışmasıyla değişti. İyi mi kötü mü yorumlamak çok zor, fakat henüz 22 yaşındaydı. Ve hayatın bu keskin dönemeci dünyaya; 10 dilde 500 şarkı söyleyen, 150 milyon albüm satan ve elli beş altın plaka kazanan Dalida’yı tanıttı.
1987’de dünyadan vazgeçtiğinde altın plakları yaşından daha fazlaydı.
Le temps des fleurs / Bu ne biçim hayat şarkısının tekrar bölümünde söylediği gibi… On était jeunes et l’on croyait au ciel / Gençtik ve geleceğe inanıyorduk…
Çocukluğunu İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçiren her genç insan gibi mutlu olmaya inanıyordu.
Oysa 20’nci yüzyıl insanlara mutluluk getiremedi. 21’inci yüzyıl gibi…
İnsanlık derin mutluluk arayışının içinde; mutsuzluk ve mutluluğun aynı hediye paketinin içinde olduğunu türlü nedenlerle anlamak istemiyor.
Dalida’nın hayatında üç aşk ve üç intihar vardı. Sevdiği bütün erkekler, kanayan bir yara bırakarak çekip gitmişti hayatından.
Işıkların altında, sığınmak istediği istiridyesini arayan bir inci tanesi gibi koşup duruyordu; konserler, plaklar, ödüller, sahne şovları arasında… Her yaptığı olay, her söylediği manşet, her şarkısı ün ve paraydı…
Hayatını dünyanın en mutlu kadınıymış gibi davranmakla, yakınmak arasında geçiren çok kadın gibi, âşık olduğu adamları başkalarının yanında övüp, evde yetersizliklerini yüzlerine söylüyordu.
Acılarını arkasına asacağı bir küçük tonet sandalye, belki de hafifletirdi hayatını…
Dalida ağır yaşamayı seçti. Hiç yavaşlamadı. Alkışlar hiç kesilsin istemedi. Her başarı daha da zorlaştırıyordu hayatını. Yalnız kalmayı öğrendiyse de kaybetmeyi hiç öğrenemedi.
Herkes Dalida’yı gökte sönmeyen bir yıldız zannederken, çoktan toz haline gelmiş bir gök cisminin gecikmiş ışığı olduğunu, yalnızca kendisi biliyordu.
En güzel Portofino şarkısını söylese de intiharından önce küçük bir not kağıdına ‘Hayat artık çekilmez oldu. Beni affedin’ diye yazmıştı.
Sahi neydi yaşarken mutlu olmak?
Mutlu olduğu sanılanların hasretle aşağıya, mutsuz olduğunu düşünenlerin özlemle yukarıya bakma hali mi?
Dalida nice ünlünün taktığı ikarus kanatlarıyla güneşe doğru giderken vazgeçmişti.
Bizim gibi değildi. Ama kimse de Dalida gibi değildi.
İstanbul’un kış akşamlarında ya da uzakta çakalların uluduğu köy akşamlarında Dalida’yı duymamak mümkün değil.
Rüzgâra bırakılmış şarkılarını…