
Dr. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Geçenlerde doğum günümdü. 2020 Nisan’da 40’ncı yaşıma İbiza’da arkadaşlarımla unutulmayacak bir parti yaparak girmeyi planlıyorken pandeminin başlamasıyla evde tek başına, mezunu olduğum Koç Özel Lisesi’nden bir sınıf arkadaşımla yeme bozuklukları hakkında Instagram üzerinden canlı yayın yaparak girdim. Böylece, ‘Hayat, yaptığımız planların suya düşmesini izlerken, kendimizi absürt komedi film senaryolarında rol alan bir oyuncu gibi hissettiğimiz süreçtir’ gerçeğiyle bir kez daha yüzleştim. Pandemi sürecinin bitmesiyle başlayan hayat pahalılığı sonucunda ise İbiza’da tatil yapma planımın yerini, kanepede ‘Kızılcık Şerbeti’ dizisini izlemek aldı (Kızılcık Şerbeti dizisini izlemekten de hayli memnunum, o ayrı).
Aidiyet hissetmezsen yabancılaşır ve yalnızlaşırsın
Tabii ki her daim kanepede oturmuyorum. Şu an maddi durum yurt dışı tatillerini zorladığı için tatil niyetine zaman zaman arkadaşlarımızla gece eğlenmeye dışarı çıkıyoruz. Şu an bir gece eğlenmeye çıkmak, iki sene önce yurt dışına tatiline gitmekle -neredeyse- aynı fiyat. Yalnız, zaman içinde çoğu arkadaşımın yurt dışına yerleşmesi ve ülkede kalanların da hayatta kalmak için para kazanma telaşına düşmesiyle arkadaşlarla yaptığımız gece gezmelerinin sayısı da azaldı. Geçen gece, doğum günüm şerefine ve tabii ülkedeki gündemin depresif etkilerinden birazcık olsun sıyrılmak adına çok sevdiğim bir arkadaşımla- deyim yerindeyse- gecelere akalım dedik.
20’li yaşlarımın başlarında İstanbul’da ve 20’lerin ortalarından itibaren New York’ta geceleri arkadaşlarımla, abimle veya o dönemki erkek arkadaşlarımla sık sık çıkıp eğlenirdik. Dolayısıyla, gece hayatı adabını bilen biriyim. Yalnız, geçen gece çıktığımızda ülkede birçok şeyin -olumsuz yönde- ne kadar değiştiğine ve ne kadar yozlaştığına bir kez daha şahit oldum.
Zaman zaman yazılarımda bireyin psikolojisinin toplumsal değişimlerden ayrı tutulmaması gerektiğini, duygu durumumuzu sadece çocukluk travmaları veya kendi hayatımızdaki problemlerle ilişkilendirmenin ne kadar sığ kalabileceğini dile getiriyorum. Toplumda iletişim içinde olduğumuz insan profili, değerler, sınır algısı değiştikçe, biz de bu değişimlerden bir şekilde etkileniriz. Bu değişimlerin duygu durumumuz ve ilişkilerimiz üzerinde olumlu ya da olumsuz etkileri olabilir.
Eğer sizin bakış açınız, değerleriniz ve sınırlarınız çevrenizde çoğunluğu temsil eden insanlarınkiyle örtüşmezse yabancılaşır ve yalnızlaşırsınız. Bu yabancılaşma ve yalnızlaşma da sizi daha depresif hissettirebilir. İnsanın ait olduğunu düşündüğü yere, aidiyet duygusunu kaybetmeye başlaması, köklerinden sökülüp kenara atılmış bir bitkinin solma süreci gibidir. İnsanın ruhu da o bitki gibi sararır, kurur ve ölür. Hele umudunu da kaybettiyse o bir canlıdan çok sadece hareket eden bir bedendir. Yaşamaz, sadece nabzı atar.
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ soru kalıbı senelerdir dünyanın her yerinde kullanılır. ‘Ben çok önemli birinin tanıdığıyım, bana ayrıcalıklı davranman gerek. Yoksa başına bir iş gelir’ anlamına gelen, bir tür aba altından sopa gösterme biçimidir. Bu soruyu soran insanlarla karşılaşma olasılığınız bulunduğunuz mekân, konum ve semte göre değişir.
Doğum günümü kutlamak için üst soyo-ekonomik sınıfın oturduğu semtlerden birindeki bir mekâna gittik. O gece fark ettim ki seneler içinde bu insanların sayısı epey artmış. Aileden görmüş, eğitimli insanların bir kısmının ülkeden göç etmesinden arda kalan boşluklara, yanlışlıkla bu arkadaşlar yerleştirilmiş gibi hissettim.
İşin ironik kısmı, bu arkadaşların tanıdığını iddia ettiği siyasi isimlere bakacak olursak zaten bu kişilerin içkili bir mekâna girmemesi ve şampanya patlatanlardan olmaması gerek. Alınlarında sanki ‘Kıroyum ama para bende’ yazılı yanar dönerli tabelalar varmış gibi ortada dolaşan bu kişiler, dayatmayla mekanlara girmeye çalışırken söylemler ile davranışlar arasındaki tutarsızlığa bir kez daha şahit olup ‘Riyakarım ama para bende’ sloganına da iyice aşina oldum. Ve o- her açıdan- yanar dönerli halleri, gecemi aydınlatmak yerine, içimi kararttı diyebilirim.
Bir foto atsana
Aynı gece, kadın olmanın dezavantajlarını ve bu durumun son 20 senede daha da olumsuz bir hal aldığını da gözlemledim. Tek kadın gece çıkarsa aranıyordur. İki kadın gece çıkarsa yine aranıyordur. ‘İkiden fazla kadının çıkması eğlenme sayılabilir’ bakış açısı, ortamda bulunan kadınlara yaklaşımlarda belirleyici rol oynar. Bu bakış açısı eskiden de üç aşağı beş yukarı böyleydi. Kadın birileriyle tanışmak için de çıkmış olabilir ama bu bir olasılıktır. Kesin bilgi değildir. Geçmişten beri buna kesin bilgi gözüyle bakılır ki öyle olsa ne olacak? Hiç kimse kanepede otururken bir başkasıyla tanışamaz. Tabii ki gece gündüz demeden herkesin çıkabilme özgürlüğü var.
Yalnız, kadın ve erkek, hangi koşullarda karşılaşırsa karşılaşsın birbirini beğendiği zaman tanışmanın ve flörtleşmenin bir adabı vardır. Bir erkek ve bir kadının ilişkisi illa nikah masasında son bulmak zorunda değil ama mesajlaşma üzerinden flörtleşmenin ilk cümlelerinden biri de, ‘Bir foto atsana!’ olmamalı.
İlişkiler iyice genişledi
Tek gecelik ilişkilerin bile -deyim yerindeyse- bir adabı, ayak üstü de olsa ön flört aşaması vardır. En azından bundan 20 sene önce vardı. Yani daha tanışır tanışmaz birisine; “Limonlu soda ister misin?” gibi “Sevişir misin?” diye rahatça sormak mümkün değildi.
Anı yaşamak, hayattan keyif almak gibi kavramlar sınırsızlıkla karıştırıldıkça ilişkiler iyice genişledi, üzerimize oturmadığı için de bedenimizden kayıp yere düştü. Böylece, üzerine basıp geçen sayısı da gün geçtikçe arttı.
Tabii burada sorumluluğu sadece erkeğe yüklemek yanlış olur; çünkü sınır çekmemek matah bir şey sanılıp normalleşti. Emek harcamamak yüceleştirildikçe kolay ulaşmak talep gördü. Sınır çekmek, yalnız kalma kaygısıyla ‘fazla kastırmak’ olarak etiketlenip üzerinde ‘çağdışı’ yazan bir koliye konup rafa kaldırıldı.
Dolayısıyla, eğlenmek için gece dışarı çıkan hemen her kadına ya da sosyal medyada sohbet edip network yapmaya çalışan her kadına yaklaşım benzer hale geldi.
Sonuç olarak, kadın gece çıkmışsa, mini elbise giymişse, zaten sevişecektir zihniyeti sınır tanımaz hale gelip tüm adapları paramparça etmiş gibi gözüküyor. ‘Kadın Whatsapp üzerinden samimi, sıcak konuşuyorsa kesin bir nude atar’ düşüncesinin de iyice yerleşmiş olması mümkün.
Hiçbir türlü doyurulamayan açlık
Modernleşmek demek, sınırsızlaşmak ya da arsızlaşmak demek değildir. Evli bir insanın- utanmadan, sıkılmadan- herkesin içinde birine asılması ve başka insanların gözüne soka soka eşine ihanet etmesi, yanında kadın olan bir adamın başka bir kadına asılması, hayatın keyfine varmak değil, hiçbir türlü doyurulamayan açlıktır.
Artık mağarada yaşamıyoruz
Bazı erkeklerin kendi sadakatsizliklerini, evrimsel olarak erkeğin çok eşliliğine bağlamasına gelecek olursak…
Artık mağarada yaşamıyoruz, iki ayağımız üzerinde yürüyoruz ve kadın da çalışıyor, yani artık o da avlanıyor. Dolayısıyla, sadakatsizliği insanlığın mağarada yaşadığı dönemden ya da bir belgesel içeriğinden yola çıkarak rasyonalize etmeye çalışmak çağdışı bir çaba.
Sonuç olarak, sadakatsizliğin -hem kadın için hem de erkek için- bu kadar olağanlaştırılması, sağlıklı ilişkilenmelere inancın da giderek azalmasına sebep oluyor. Şu an birçok kişinin sağlıklı bir romantik ilişki yaşayamamasının sebeplerinden biri de bu. Yani ikili ilişkilere güvenin sarsılması.
Sadece çocukluk travması mı?
Birçok insan; “Ben neden birisiyle tanışamıyorum. İlişki yürütemiyorum. Kesin bağlanma problemim var” deyip şu an bir ilişkisi olmamasının cevabını, çocukluk travmalarında arıyor. Tabii ki çocukluk travmaları ilişkilenme biçimini etkiler ve tabii ki psikolojik destek bu konuda yardımcı olur. Yalnız, narsisizmin kendine değer vermekle karıştırıldığı, haz odaklı yaşamanın hayatın tadına varmak sanıldığı, almaya yatırım yapıp vermeye gelince kaçarak uzaklaşmanın yüceltildiği, değer verdiğini göstermenin eziklik olarak tanımlandığı bir toplumda bizler kiminle ve nasıl ilişkilenebiliriz? İster kadın olsun ister erkek ister arkadaşlık ilişkisi olsun ister romantik ilişki, kendimize denk birileriyle tanışıp sağlıklı ilişkiler kurmakta zorluk çekmemizin üzerinde çocukluk travmalarımız kadar toplumsal travmalarımızın da etkisi yok mu? Yanında kendimizi ait hissettiğimiz insanların sayısının farklı sebeplerden dolayı azalması, yurt dışına taşınan eş, dost, tanıdık sayısının artması, asla muhatap olmayacağımız insanların son yıllarda parayı bulması ya da torpille geldikleri mevkilerde hayatımıza yön verecek güce sahip olmaları, modernleşmenin -zemini sağlam olmayan bireylerde- sınırsızlaşmayla karıştırılması, değerlerin yozlaşıp normların değişmesi, birçok konuda olduğu gibi bizlerin ilişkilere dair de umudu kaybetmesini beraberinde getirmiş olabilir mi?
‘Ben ne yapabilirim ki?‘ demeyin
Çok yakın bir arkadaşım geçen gün dedi ki; “Keşke sorun benim ilişkilenme biçimimde olsa… O zaman psikoterapiyle çözülürdü. Ne yazık ki gücüm kendimi değiştirmeye yeter, toplumu değil.”
Tek başımıza toplumu değiştiremeyiz ama unutmayalım ki hepimiz teker teker toplumu oluşturuyoruz. “Ben ne yapabilirim ki?” demeyin. Parçası olmayın, göz yummayın, normalleştirmeyin, sınır çizin ve gerekirse had bildirin.
Nasıl bu hale geldiysek, tekrar önceki halimize ve hatta daha iyiye evirilebiliriz.
Artık büyüyelim, yani değişmenin ve değiştirmenin sorumluluğunu alalım.
Çocukluk travmalarımız üzerinde düşünürken toplumsal travmalarımız üzerinde de -olabildiğince farklı açılardan bakarak – düşünelim.
Hep söylediğim gibi, toplumsal iyileşme olmadan birey olarak iyi olmamız çok zor.