M. MURAT KUBİLAY
@mmkubilay
ABD ekonomisinde 1965-82 arasına ‘Büyük Enflasyon Çağı’ denir. O dönemde dünya ekonomisinin neredeyse üçte biri ABD’den ibaret olduğu için bu dönemi küresel çapta yüksek enflasyon çağı olarak niteleyebiliriz. 1973 ve 1979’daki iki petrol krizinin ve 1973’ten sonra tüm dünyada sabit döviz kurunun bırakılıp dalgalı kura geçilmesinin etkisi büyüktü bu dönemde. Türkiye de dünyanın bir parçası olarak 1970’ten itibaren yüksek enflasyonla yaşamaya başladı.
Gelişmiş ülkeler 1980’li yıllarda bu sorunu geride bırakabildi. Türkiye’nin gelişmişlik ölçeğindeki diğer ülkeler ise 1990’lı yıllarda nihayet makul enflasyon oranlarına kavuşabildi.
Yalanın ta kendisi
Türkiye’de ise süreç uzadı; acı bedelleriyle de olsa ancak 2001’de uygulanan istikrar programı çerçevesinde 2003 yılında enflasyon canavarının beli bükülebildi. Hatta yüzde 4’e kadar düşen enflasyonları bile gördük. Bu süreçte paradan altı sıfırı atarak eski enflasyonist günlerin geride kaldığını vurguladık.
Ancak kısa vadeci politikaların uzun vadeli sonuçları görüldükçe enflasyon canavarının yaşadığını ve belini yeniden doğrulttuğunu gördük. Gelişmiş ülkeler için hala yüksek sayılabilecek ama Türkiye’nin geçmiş travmalarından ötürü makul diyebileceğimiz yüzde 4 ile 8 arası enflasyonun yalancı bir bahardan kalma anılar olduğu görüldü. Türkiye’nin sürekli dış açık vermesi, buna rağmen son dönemdeki gibi kur ataklarının gözlenmemesi yalanın ta kendisiydi.
Biraz daha detaylandıralım.
Türkiye’nin en büyük ticaret açığı verdiği ülke Çin. Peki, bunun konumuzla alakası ne?
İster emek sömürüsü isterse verimlilik artışı olsun fark etmez, Çinli üreticiler daha ucuz imalat yapıyordu ve Türkiye de tedarikini bu ülkeye kaydırdı. Sonucunda fiyat artışları olması gerekenin altında kaldı ama sürekli dış açık verildi. Bu dış açığın finansmanı ise Cumhuriyet tarihinde benzeri görülmemiş bir dış borçla finanse edildi. Sıcak paranın Türkiye’ye ilgisi öyle yüksekti ki borçlar her yıl sürekli rekor kırsa da bir çalkantı çıkmadan döndürülebildi ve TL değerini korudu.
Mayıs 2013’ten itibaren ABD Merkez Bankası’nın (Fed) para politikasında değişikliğe gidebileceğine dair imasıyla başlayan süreçte yalancı bahar geride kaldı. Kredilerle sürekli büyütülen ve yeterli üretim olmadığı için tüketimin yurt dışından alımlarla dengelendiği ekonomik modelin gerçek sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Küresel ekonomilerdeki bozulma ve şoklarla iç ve dış politik gerilim ve sürprizler bu dönemi Türkiye için daha şiddetli ve uzun hale getirdi. Kovid-19 pandemisi gibi asırda bir görülen olağanüstülükler de yaşandı. Tüm bunların neticesinde üretimi aşan tüketimden kaynaklanan talep enflasyonu, zamanla döviz kuru atakları neticesinde maliyet enflasyonuna dönüştü.
Gelişmiş dünya iktisadi canlanma belirtisi düşük ama pozitif enflasyonu bir nebze olsun yakalayabilmeye uğraşıyor ve ancak maliyet artışlarıyla sağlayabiliyorken Türkiye en iyimser senaryoda dahi her yıla yüzde 6 enflasyon beklentisiyle başlıyor. Bunun üzerine krediyle körüklenen talep ve döviz kuru ataklarıyla artan maliyetler var. Dahası 2012’den beri resmi ve bağlayıcı yüzde 5 oranındaki tüketici enflasyonu her yıl tutarlı bir biçimde tutturulamayınca enflasyon hedeflemesi politikasının en önemli argümanlarından ‘vatandaşın ve iş dünyasının beklentileri yönetebilme’ imkânsız hale geliyor. Her satıcı hedeflenen enflasyonun üzerinde zam koyarak kendini korumaya çalışıyor ve böylece ekonominin görünmez eli neticesinde enflasyon olurundan da yukarıya taşınıyor. Bir yandan tavuk ve yumurta hikâyesine dönmüş talep ve maliyet enflasyonu, diğer yandan itibar kaybetmiş enflasyon hedeflemesinin sonucu süreklilik arz eden yüksek ve oynak enflasyon olarak ortaya çıkıyor.
Yüksek enflasyon maaşlara yansıtılamadığında refah kaybına yol açar. Enflasyon oranında süreklilik arz eden dalgalanmaların yarattığı yüksek belirsizlik ise hatalı fiyatlamalara neden olur ki bu dalgalanmalardan en çok paranın fiyatı faiz oranları etkilenir.
2020’de pandemi ortasında faiz oranları yapay bir şekilde düşürülerek ve günümüzde yüzde 16 dolayında resmi enflasyon ölçümüyle o dönem kredi çekenlerin cebine büyük kaynak aktardık. Halk tabiriyle kıyak çektik. Bunu kamu bankaları vasıtasıyla yaptığımız için devlet bir nevi kredi alanların cebine para aktardı. Bu politikanın yalnızca satın alma gücü kaybıyla değil, gelir adaletsizliği ve verimsiz inşaat sektörüne kaynak dağılımıyla sonuçlandığını da eklemek gerek.
Kimin enflasyonu ne kadar?
Bugüne gelelim:
Resmi enflasyon yüzde 16. Ölçümün doğru yapıldığını kabul etsek bile unutulmamalı ki bu, genç-yaşlı, şehirli-köylü ve muhafazakâr-modern gibi ayrımları göz ardı eden tüm Türkiye’nin ortalaması. Örneğin ithal ürünlere daha fazla rağbet gösteriyorsanız veya kira ve ulaşım gibi giderlerin yüksek seyrettiği büyük şehirlerde yaşıyorsanız enflasyon doğru bile ölçülse sizin enflasyonunuz açıklanan manşet veriden yüksek olacak.
En kötüyü daha görmedik
Fakat en kötüsü bu değil…
Bir de yüzde 31 dolayındaki üretici enflasyonunu hesaba katmak gerekir.
Üretici enflasyonu ile tüketici enflasyonu arasındaki makas alışıldık değil. İki endeks birebir hareket etmese de ilgili ürünün piyasasındaki rekabet durumu ve devlet teşviklerine bağlı olarak tüketicilere yansıtılan zamlarla bu makas zamanla kapanır.
Üstelik üretici enflasyonunun da zirveden ne zaman geri döneceğini dahi henüz bilmiyoruz. Döviz kuru artışlarına ek olarak tarım ve enerji ürünlerinde küresel fiyat artışları gözlemliyoruz. Bu durum da tüketicilere yansıyan enflasyonun daha da yükselmesine veya yıllık enflasyondaki artış dursa bile yüksek düzeyini daha uzun süre koruyabileceğine işaret ediyor.
Yani, en kötüyü daha görmedik.
Hükümet aynı yönteme devam edecek
Ya bundan sonrası?
Enflasyon hedeflemesinin başarısızlığında en çok seçim odaklı kısa vadeci ekonomi politikalarının etkisi oldu. 2014-19 dönemindeki çok sayıda seçim ve halk oylaması sürecinde yüksek enflasyon, sıçrayan döviz kurları, artan borç yükü ve batık kredilere rağmen bu politikalar sürdürüldü.
Pandemi olmasaydı makul politikalar uygulanır mıydı, bunu yanıtlamak zor, fakat kesin olan şu: Meşruiyetini her ne pahasına olursa olsun kazanılan seçimlerden alan bir hükümet aynı yönteme devam edecek. Her seferinde bu politikadan alınan fayda ve zarar daha orantısız hale gelse ve yüzde 50 oya ulaşmak giderek güçleşse de…
Bunun iki sonucu olacak. İlki, ekonomi, potansiyelinin üzerinde büyütülmek istenirse dış açık artmaya meyilli olur; dışarıdan para gelirse bu açık gerçekleşir; gelmezse döviz kuru artışlarıyla maliyet enflasyonuyla sonuçlanır. İkinci olarak, talep kredilerle körüklendikçe enflasyon oluşur.
Bilinç meselesi
1970’ten beri yaklaşık 50 yıldır uzmanlaştığımız ve birlikte yaşamaya alıştığımız milli sporumuz hale gelen enflasyon asgari bir yıl daha hayatımızın parçası olacak.
Ne kadar enflasyona maruz kalacağımızın sınırını ise iktidarın seçim kazanma hırsı ve vatandaşın yoksullaşmaya vereceği tepki belirleyecek. Bu tepkiyi ise bilinç etkileyecek.
Gurur duyulan büyüme oranlarından pay ayrılmadığında, yalnızca enflasyon kadar zam yapıldığında emekçiler yine sessiz kalacak mı? Asgari ücret enflasyonun üzerinde artırıldı denerek büyümenin ödülünün sadece işverenlere kalmasına göz yumulacak mı? Hatta asgari ücretin altında veya sigortasız çalıştırılanlar görmezden gelinecek mi? Kamu personelinin ve emeklinin iş ve ücret garantisi nedeniyle arka planda bırakılması yeni normal mi olacak? Özel sektördeki eğitimli beyaz yakanın resmi enflasyona dahi sürekli yedirilen ücretleri gündeme oturacak mı?
Bu sorular sorulursa gelecekte bir nebze rahat nefes alabiliriz. Aksi takdirde milli sporumuz enflasyonda çıta daha da yükselir ve gelir düzeyi düşerken gelir adaletsizliğindeki açılmada yeni rekorlara ulaşabiliriz.