HÜRREM SÖNMEZ
“200 yıldır yaşanan baskılara rağmen, köklerimizle kesilmeye çalışılan irtibata rağmen Türkiye’nin alimleri ayaktadır. Osmanlıca’yı bu ülkenin evlatlarının öğrenmesinden rahatsız olanlar var. ‘Mezar taşlarının okunmasını mı öğreneceğiz’ diyor. O mezar taşlarında bir tarih yatıyor. Bunu bilmemekten büyük acz olabilir mi? Bu bizim şah damarlarımızın koparılmasıydı.” 08.12.2014 Recep Tayyip Erdoğan
Osmanlıca’yla ilişkisi pek fena olmayan, bir vakitler eski yazı da çalışmış, hatta kimi zaman eski dile meyyal oluşu eleştirilmiş biri olduğumu baştan söyleyeyim ki günahsız harflerle hiçbir alıp veremediğim olmadığını, bilakis ‘bilinmeyen bir dil‘ oluşundan şikayetçi olduğumu bilsin bu yazıyı okuyacak olanlar.
Cumhurbaşkanı’nın yukarıda alıntıladığım cümlesine paralel söyleyecek olursak dil devriminin yeni bir millet yaratmak ideali uğruna toplumun geçmişiyle en güçlü damarının kopartılması olduğunu savunan taraftayım ben de, o nedenle de dil devrimini eleştirmişimdir zaman zaman.
‘Ama bu niyet okumak olur şekerim’
Lakin yukarıdaki sözlerin sahibiyle aynı zaviyeden baktığımızı hiç ama hiç zannetmiyorum. Yanlış kişilerin ağzından çıkan doğru sözlere itibar etmeyi bırakalı epey zaman oldu. Uzunca süre küfür niyetine önümüze koyulup duran ‘Ama bu niyet okumak olur şekerim‘ kalıbının aksine davranıyorum şahsen artık. Ve merak ederseniz niyet okuyorum evet.
Cumhuriyet rejiminin tepeden inmeci Batılılaşma projesinin parçalarından eski yazıyla ilişkiyi tümden kopartmanın bugün içinde yaşadığımız bu köksüz, kimlik bunalımlı topluma büyük ‘katkısı‘ olduğunu düşünüyorum, doğru. Hatta iktidarın yerinde olsam, varlığımı borçlu olduğum diğer pek çok kusuru kabahati gibi, bunun için de yatar kalkar şükrederdim Cumhuriyet rejimine.
Elifi görse mertek sanacak
Ancak Cumhurbaşkanı köklerimizle kesilmeye çalışılan irtibata rağmen Türkiye’nin alimleri ayaktadır diye gürlemekteyken, insan ister istemez düşünüyor elbette kim acaba bu âlimler diye. Her sene Ramazan ayında TV’lere çıkıp ‘Cima orucu bozar mı?‘ sorularını yanıtlayanlar değil herhalde.
Ya da Osmanlıca zorunlu hale gelirse Osmanlıca eğitim verecek onca kişiyi nereden bulacaklar acaba filan diye de düşünüyor insan elifi görse mertek sanacak bu güruh arasında.
Köklerle kesilmeye çalışılan irtibata dair epey kafa yormuş gerçek bir âlim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güncelliğini yitirmeyen bazı önemli tespitleri var mesela. Sayın Cumhurbaşkanı haberdar mıdır bilemiyoruz tabii. Tanpınar’a göre Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet’le devam eden programsız ve bilgisiz Batılılaşma hareketi bir kültür ve uygarlık buhranıyla sonuçlanmıştır.
Ne tam Batılı olabildik ne de Doğulu kalabildik
“Batı yaşam biçimi süreklilik ve bütünlük arz eder, onların kendileri için hakikidir ama bizim için özentidir. Eskiyle bağımızı keserek ‘hayat şekillerimizi yitirdik” der Tanpınar. Hâsılı ne tam Batılı olabildik ne de Doğulu kalabildik. Bu ikilemde ‘Kendi hususi kimliğimizi de inşa edemedik‘ desek yanlış olmaz sanırım.
Şimdi hikmetinden sual olunamayan siyasi iktidarımız, kimbilir hangi siyasi hesapların ve gündem saptırma çabalarının neticesinde aniden bir asır geriye dönmeye, vakti zamanında zorla kopartılan damarları bu defa zorla yeniden bağlamaya karar verdi. Bunu yaparken de benzer bir dayatmacı devlet dilini ve geleneğini sürdüreceğini açıkça ilan ediyor bir kez daha: “İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğrenilecek.”
Sorun ‘asrileşememe‘ değil, zevksizlik
Cumhurbaşkanı’nın asli meselesi geçmişle bağın yeniden tesisi ve çarpık Batılılaşma sonucu yaşanan kimlik bunalımı ise o zaman öncelikle dönüp bir aynaya bakmasını tavsiye etmek icap eder. Zira devasa alışveriş merkezlerini ve beton yığınlarını kutsarken, “Köy nedir biz her yeri şehir yapacağız, medeniyet demek şehir demektir” diyen, 8 bin 500 yıllık tarihi kalıntıyı ‘basit bir çanak çömlek hikayesi‘ diye niteleyen bizatihi kendisidir.
Günümüz Türkiye’sinin sorunu ‘asrileşememe veya yeterince asrileşememe‘ değil açgözlülük ve cehaletle beslenen zevksizlik. Toplumsal ahlaktan tutun adalete, sanata ve kültüre kadar şu an hayatın her alanını teslim almış tarafgir bir körlüğün ustalık eseri bu zevksizlik. Günahı ve sevabıyla bütün bir birikimi ve yaşama biçimlerini yok farz ederek, kendi muhafazakar dünya görüşünü dayatan yönetim anlayışının tahripkâr hırsı.
Dedelerimizin mirasına sahip çıkmak kisvesi altında yeni Osmanlıcılık
Şimdi dedelerimizin mirasına sahip çıkmak kisvesi altında yeni Osmanlıcılık özentisiyle önümüze koyulan ve buram buram samimiyetsizlik, hamaset kokan beyanatlar karşısında Tanpınar’ın şu cümleleri geliyor hatırımıza: “Karşıtlık Doğu- Batı arasında değil halis gerçek ile taklit ve özenti olan arasındadır. Dedelerimizin meziyeti hayatlarının kendilerine has ve gerçek oluşudur… Ben şarka bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, bu memleketin hayatına bağlıyım.. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislam kapısından, ne kazasker konağından gelir, halkın emrindedir, ruhaniyeti onunla beraber yürür…İşte benim sevdiğim inandığım bu hayattır”
Alfabelerden bir zarar geldiği görülmemiş ama…
Bu memleketin bir hayatı var. Bu memleket insanının da türlü yaşama biçimleri… Ancak başbakanlık ofisi penceresinden görüp tasvip etmedikleri kılık kıyafet de, ‘Meşrebimize uymaz‘ dedikleri kızlı erkekli öğrenci evleri de bu yaşama biçimlerine dahil. Ve o memleket hayatı dediğimiz şey, bir muktedirin bakış açısıyla iki dudağı arasına sığacak ‘Biz yaptık oldu‘ denecek, bir şey değil. Yoksa elbette Osmanlıca da okutulsun okullarımızda Latince de, Kürtçe de. Bugüne kadar alfabelerden bir zarar geldiği görülmemiş.
Mezar taşlarına gelince, madem söz dedelerimizden açıldı, “O mezar taşlarında bir tarih yatıyor bundan büyük acz olur mu?” diye celâllenen devletin başına bir iki hatırlatma yapalım.
Dedelerimizin mezar taşını okuyabilmek mühim elbette. Lâkin o dedelerimizin yıllarca ekip biçtiği, evlatlarını torunlarını büyüttüğü tarım arazilerinin imara açılıp beton yığınlarına dönüşmesi, elleriyle diktikleri zeytin ağaçlarının kesilerek arsaların sermayeye peşkeş çekilmesi, dağlarının, nehirlerinin, yol, köprü, havaalanı yapacağız denerek paraya tahvil edilmesi, tarihi ve kültürel mirasın yağmalanması daha mühim.
Osmanlı arşivini izbe bodrumlara taşıyan da bu hükümet
‘Osmanlıca okuyacaksınız çünkü biz öyle istiyoruz’ diye ferman salanların, koskoca Osmanlı arşivini yerinden edip izbe bodrumlara taşıması, sular altında bırakması daha büyük ayıp.
Hâsılı mezar taşlarını okuyamadığımız için değil, o yattıkları toprağın altı da üstü de günden güne hoyrat ve adaletsiz bir cehenneme dönüştüğü için mezarlarında ters dönüyor dedelerimiz. Bizim o mezar taşlarına olduğu kadar, hatta belki daha fazla onları çevreleyen toprağa, dağa, denize, denizinde yüzen balığa vefa borcumuz var.
Tabii şayet mesele gerçekten dedelerimizin mirasına sahip çıkmak ise…