
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Sinema
insanatinart@gmail.com
Erkekler ya çaresizliğin öfkesiyle hareket eder ya da çaresizliğin hüznüyle boyunlarını büker. Kadınların, bir olasılığı daha vardır.
Yönetmen Metin Akdemir’in 39. İstanbul Film Festivali ve 57. Antalya Film Festivali’ni sarsan filmi ‘Hayalimdeki Sahneler‘i gecikmeli olarak Mubi platformunda izledim.
Öncelikle başarılı bir çalışma, farklı bir bir belgesel olduğunu söyleyebilirim.
Belgesel 80’ler ile 90’lar arasında Türk toplumundaki kadın kimliğinin farklılaşmasının sinemadaki izdüşümü ‘Dul Bir Kadın‘, ‘Kadının Adı Yok‘, ‘İki Kadın‘ filmlerini kuir ögeler açısından inceliyor.
Öncelikle 80’lere, yani filmlerin düşünsel zemininin hazırlandığı yıllara bir bakalım.
Sınırlandırılmış kadın şablonlarının yıkıldığı yıllar. Sinemada kadın, ‘aile kadını’, ‘kötü kadın’ ya da ‘bacı’ kavramlarının dışına çıkmaya çalışıyor.
Ercan Arıklı’nın kadınca dergisi Duygu Asena yönetiminde fırtınalar yaratıyor.
Yeni bir kimlik üzerinden hareket eden kadınlar ekonomik bağımsızlık kavramını yalnızca para üzerinden değil sosyo-kültürel değerler açısından da ele alıyor.
Atıf Yılmaz gibi bilinen ve başarılı bir yönetmen kadın filmleri çekmeye başlıyor.
Müjde Ar, Yeşilçam kraliçelerinin bildik alışkanlıklarını yıkan bir star olarak beyaz perdede yerini alıyor.
Türkiye liberal ekonomiyle, ihracatla, dört ayrı eğilimin aynı çatı altında buluştuğu bir yapıyla geniş kitlelerce tanışıyor.
Tam anlamıyla değişim ve dönüşüm yılları.
İşte bu üç film de bu yılların ürünü.
Öncelikle sinema meraklısına bu üç filmi izlemesini tavsiye edeyim.
O yılların son derece zayıf teknik olanaklarının iyi hikayeleri nasıl etkilediğini görmek açısından da önemli bir sinema kültürü bu filmler…
Belgeselde yönetmen sansür nedeniyle çekilmediğini varsaydığı bazı sahneler eklemiş filmlere…
Hepsini çekildiği yıllarda izlediğim bu filmlerin belgeselde eklenen sahnelere ihtiyacı olmadığını düşünmekle birlikte yönetmenin bakış açısını ve “Bir de böyle düşün” mesajını saygıyla karşılıyorum.
Ancak sinemada film bittikten sonra da seyircinin zihninde devam etmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Kimi zaman bir ihtimalin gizemli salıncağında, insan ilişkilerindeki kaotik olasılıkların, ekrana son yazıldığında bitmeyen hikayelerin gücüne daha çok inanıyorum.
Fakat belgeselle birlikte filmleri de yeniden izleme gereksinimi duyduğumda, beni asıl şaşırtan şey filmlerdeki erkek karakterlerin ne kadar yalın çizildiğini görmek oldu.
‘Dul Bir Kadın‘ filmindeki erkek karakterin zavallılığı muhteşemdi sözgelimi. Kendini entelektüel ve vazgeçilmez çapkın olarak gören karakterin, başlangıçta kadınlara hoş gelebilecek iki-üç numarası tükenince, nasıl da tüylerini kaybetmiş bir tavus kuşu edasıyla kaybolup gittiğini ve gerçek dünyada ne kadar çok personayı temsil ettiğini görmek beni heyecanlandırdı.
‘İki Kadın‘ filmindeki erkek karakter ise güç ve iktidarı temsil ettiği balonlardan yapılmış bir yolun her an ayaklarının altında patlayıp söndüğünü göstererek, her adımda çaresizliğini öfkeye tahvil ederek, bütün açık-gizli güç gösterilerinin zayıflığını izleyicinin gerçekliğine sunuyor.
‘Kadının Adı Yok‘ filminin erkek kahramanının ise her şey birbirine girdiği anda hiçbir alternatifi yok. Yalnızca boynunu büküyor.
Aslında boyun bükme, öfke veya alkış almak için ikinci sınıf sirk oyuncusu gibi gömleğinin altından bayrak çıkarma… Basit üç numarası var erkeklerin.
Oysa kadınlar ihtimaller zincirinin bütün halkalarını tek geçerek, her defasında yeni bir final oluşturma gücüne sahip sanırım…
Ben bu filmleri, yıllardır kadın filmleri zannediyordum. Meğer erkek filmleriymiş.