BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Mark Twain’in kendi sağlık durumunu soran bir gazeteciye, “Öldüğüme dair haberler büyük ölçüde abartılı” diye cevap verdiği söylenir. Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko da benzer bir durumda, hafta içinde kameraların karşısına geçip ölmediğini ispatlamak zorunda kaldı. 9 Mayıs’ta Moskova’da yapılan ve hayli sönük geçen zafer günü etkinliklerine katılan Lukaşenko’nun bir süre ortadan kaybolması bir dizi söylentiye sebep olmuştu. Elindeki sargı ve geçit töreni sırasındaki sağlıksız görüntüsü Belarus liderinin öldüğü ya da ölmekte olduğu rivayetlerine kapı aralamıştı.
Lukaşenko’nun sağlığının bir anda bu kadar gündeme gelmesi hem Belarus’un Ukrayna-Rusya savaşındaki özel konumuyla hem de ülkeyi tek başına yaklaşık 30 yıldır, sorgusuz sualsiz yöneten bir lider olmasıyla açıklanabilir. Gerçi arada seçimler yapılıyor ama Belarus’un demokratik bir rejim sayılamayacağına ilişkin neredeyse genel bir mutabakat var. Dünya kamuoyu, Lukaşenko’yu büyük ölçüde Putin’in dümen suyunda ülkesini yöneten bir otokrat olarak tanıyor. Bundan dolayı da sağlık durumu ülkesinin kaderini doğrudan ilgilendiren önemli bir dünya siyaseti meselesi olarak algılanıyor.
Nüfusu 10 milyonu bile bulmayan, denize çıkışı olmayan küçük bir ülkenin önemi ise ayrıca açıklanması gereken bir durum. Zamanında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Belarus son 30 yılda özellikle Avrupa’daki diğer cumhuriyetler Moskova ile arasına mesafe koyarken bu yakınlığı hala koruyan örnekler arasında yer alıyor.
Üç Baltık ülkesi, Sovyetler çöker çökmez en hızlı biçimde hem AB’yle bütünleşmiş hem de kapağı NATO’ya atmıştı. Rusya Kafkaslarda etkinliğini sürdürmek için yeri geldiğinde 2008’de Gürcistan’da olduğu gibi askeri güç kullanmaktan çekinmedi. Orta Asya cumhuriyetleri ise ekonomik olarak ve enerji koridoru üzerinden bağlı oldukları Ruslarla arayı büyük ölçüde iyi tuttu. Ancak hiçbir ülke Belarus kadar bu ilişkiyi derinleştirmedi. İki toplum arasındaki kültürel ve etnik yakınlık olduğu kadar başında Lukaşenko’nun bulunduğu hükümetin de bunda payı vardı.
Öyle ki Rusya’yı Ukrayna’ya saldırısından dolayı kınayan BM kararlarına da ‘ret’ oyu veren birkaç ülkeden birisi Belarus oldu. Savaşın çıkmaza girmesiyle Rusya’nın Ukrayna’yı sıkıştıracak yeni yöntemler araması dikkatleri yine Lukaşenko’ya yöneltti. Kiev’deki yönetimi şok bir saldırıyla deviremeyen Putin uzun ve yıpratıcı bir savaşı kucağında bulmuştu ve çare belki de bu küçük ortaktaydı. Rusya önce kuvvetlerini Ukrayna’nın geneline yaptığı saldırıdan Donbas’a ve Kırım’a kara köprüsü kurduğu bölgelere yönlendirdi. Buradaki direnişin ABD ve müttefiklerinin yoğun desteğiyle şiddetlenmesi Putin’in Ukrayna’nın güçlerini dağıtmasını sağlayacak ikinci cepheye ihtiyaç duyması anlamına geliyordu. Dolayısıyla geçen senenin ortalarından itibaren Belarus üzerinden gerçekleştirilecek bir saldırı ihtimali konuşulmaya başladı. Böylelikle Ukrayna ordusunun daha geniş bir cephede savaşması sağlanacak, doğuda kilitlenen çatışmada Rusya’nın önü açılacaktı.
Bunun gerçekleşmemesi Lukaşenko’nun bu defa Putin’in taleplerine ayak diremesiyle açıklanabilir. Belarus’u savaşa dahil etmek için Rusların yaptığı sahte bayrak operasyonları bile Minsk yönetimini harekete geçiremedi. Her ne kadar Rusya’ya en yakın yönetim olsa ve Batı tarafından dışlansa da Lukaşenko, Rusya’nın bilhassa Ukrayna’ya yönelik perspektifini tamamen paylaşmıyor.
Her şeyden önce ülke içinde Putin’in Ukrayna işgali için gösterdiği gerekçelere katılmayan kesimler, bilhassa gençler arasında mevcut. Öyle ki Belarus toprakları içerisinde gerilla faaliyeti yürütüp Rus hedeflerine yönelik sabotaj faaliyetleri yürüten gruplar bile var. Yine de Lukaşenko’nun Putin’in taleplerine direnmesi tamamen iç kamuoyundaki tepkisinden çekindiği için olmayabilir.
Belarus’un bu çatışmaya itilmesinin sadece savaşın dinamikleriyle açıklanması zor. Her ne kadar ülkenin askeri gücü nüfusuna orantılandığında iyi bir durumda olsa da Rusya’nın devasa askeri gücü ve rezerv kuvvetlerine bakıldığında Belarus konusundaki ısrarları başka siyasi motifleri akla getiriyor. Her şeyden önce artık ortalıkta gezinen ve mutlaka Lukaşenko’nun da haberdar olduğu önümüzdeki 10 yıl içerisinde Belarus’un Rusya’ya entegre edilmesine ilişkin planlar var.
Rusya’nın yanında savaşa giren ülkenin zaten bıçak sırtı bağımsızlığını koruyamayacağı ve kukla bir hükümet yardımıyla kalıcı olarak yutulacağı korkuları temelsiz değil. Putin’in Ukrayna’yı işgale başlarken öne sürdüğü gerekçelerden çıkarsama yaparsak Belarus gibi bir ülkenin bağımsızlığı konusunda da çekinceleri olduğunu tahmin edebiliriz.
Kamuoyuna sızan planlarda Rusya’nın önce bir parasal birliği ön gördüğü, ardından Belarus’ta kendi pasaportlarını dağıtacağı ve ardından ülkenin ilhak edileceği öngörülmekteydi. Rusya’nın, Gürcistan’a müdahale ederken de kendi vatandaşlarının güvenliğini gerekçe göstermesi bu planın akışı hakkında bir fikir veriyor. Lukaşenko her ne kadar iktidarını büyük ölçüde Rusya’ya borçlu olsa da liderliğini yaptığı ülkenin ortadan kalkması pek tercih edeceği bir seçenek olmamalı.
Peki Belarus neden Rusya’nın güvenliği için önem taşıyor? Neden Putin Ukrayna gibi bir krizin ortasında bile bu meseleye kafa yormak zorunda kalıyor?
Belarus, her ne kadar ikinci planda kalsa da Rusya ile Batı arasında bir tampon ülke olma niteliğini koruyor. Finlandiya’nın üyeliğiyle 1300 kilometreden daha uzun bir mesafe NATO’yla sınıra sahip Rusya için bu meselenin önemi arttı. Polonya’nın tepeden tırnağa silahlanarak Fransa’nın doğusundaki en büyük Batılı askeri güç haline gelmesi, Putin’in gözünde bu küçük ülkeyi daha değerli kıldı. Eğer Putin’in istediği gibi, Belarus Rusya’nın ekseninde kalıp hatta bir biçimde onun bir parçası haline getirilebilirse Batı ittifakının ilerlemesi de Polonya sınırında durdurulmuş olacak.
Ayrıca Baltık’taki Kaliningrad’a mesafe korunarak, Suwalski Boşluğu da denen bu aralıkta NATO’ya tehdit oluşturulmaya devam edilebilecek. Aksi takdirde herhangi bir çatışma durumunda Kaliningrad’ın yalnızlığı daha da artacağı için Rusya’nın kırılganlığı da belirgin hale gelecek.
Dahası Belarus toprakları 1812’de Napolyon’un, 1941’de de Barbarossa Harekatı’nda Alman ordularının geçtiği ve Rusya’yı işgale başladığı rotanın üzerinde bulunuyor. Putin ve çevresinin dünyayı algılamaları, NATO’yu Rusya aleyhine sürekli genişleyen saldırgan bir güç olarak nitelemeleri düşünülünce Belarus’taki durumun hassasiyeti bu tarihi arka plandan dolayı daha iyi anlaşılabilir. Nükleer bir gücün bu tür endişeleri olmaması gerekir diye düşünebilirsiniz ama Putin en azından kendi kamuoyuna yönelik olarak Batı tehdidini diri tutmayı tercih ediyor.
Sonuçta Rusya’nın taleplerine direnen Lukaşenko’nun artık ayak bağı olduğuna dair spekülasyonlar mevcut. Bunlar elbette Batı basınının propagandası da olabilir ama Rusya’da rejim karşıtlarının zehirlenmesi, Ukrayna savaşıyla birlikte de balkondan düşme vakalarının artması akla her türlü ihtimali getiriyor. Hem Rusya’nın hem de NATO’nun kavgada yumruk saymayacağı düşünülünce bütün ihtimallere kapıyı açık tutmakta fayda var.
Bu arada Belarus’un sürgündeki lideri olarak boy gösteren Tsikhanouskaya, Avrupa gezisini sürdüren Zelensky’le geçen hafta ayak üstü bir görüşme yaptı. Moskova’dan bakıldığında buluşmaya bir anlam yüklendiğini, kendilerine karşı muhtemel yeni bir cephe olarak algıladıklarını varsayabiliriz. Yani bir yandan çok kanlı bir savaş sürerken siyasi mücadele bombaların patladığı alanlarla sınırlı kalmayıp eski Sovyet coğrafyasında yeni jeopolitik kaymaların gerçekleşmesi ihtimali beliriyor.
Lukaşenko’nun ölümüne ilişkin söylentiler abartılı ama sağlık durumu hala parlak görünmüyor. Olumsuz bir gelişme olayların ivmesini artırabilir. Temmuz’da Vilnius’taki NATO zirvesi öncesi zaten kabarık gündeme yeni maddeler eklenebilir. Belarus’taki Rusya-Batı çekişmesi önümüzdeki dönemin yeni sıcak gündem maddesi olursa şaşırmayalım.