Yılmaz Güney çirkin kralsa, o da yakışıklı kraldı.
Onları kral yapan ne çirkinlikleri ne de yakışıklılıklarıydı. Sanatlarıyla kral oldular. Sanatçılığın yalnızca “oynamak” olmadığının kanlı canlı iki kanıtıydılar. İmzalarını beyazperdeye atmakla yetinmediler, yaşadıkları hayatla da hayata nakşettiler.
Şöhreti kendi hayatlarını değiştirmek için kullanan çoktur, onlar başkalarının hayatlarını değiştirmek için kullandılar.
Tarık Akan daha zor bir şeyi yaptı. Sinemada kolay yoldan, yakışıklılığını kullanıp tüketerek ilerlemedi. O yüzden de, sinemanın “yakışıklı”sının yoluyla “çirkin”in yolu kesişti. Sürü’de kesişti yolları, Yol’da kesişti.
Ölümleri de aynı hastalığın elinden oldu. İkisi de yazardı, yazdıkları gibi de yaşadılar!
Saray salonlarının kapısında kuyruğa girmenin, muktedirlerle poz vermenin “sanatçılık”tan sayıldığı bir zamanda, o, salonlara arkasını dönebilmenin, kolay yoldan bir salon adamı olarak yaşamak varken, zor ve çileli halk sanatçılığını seçmenin sembolü oldu.
Güle güle, yakışıklı kral! Çirkin Kral’a selam ve saygılarımızı ilet. Gittiğin yerden bak; saray önünde kuyruğa girenler çoktan unutulmuşken; tıpkı Çirkin Kral gibi, Yakışıklı Kral’ın da ölmediğini, hep yaşadığını göreceksin!