
MURAT SEVİNÇ
Soma’ya dönüş yolunda trafik kazasında vefat eden sendikacı madenciler, Tahir Çetin ve Ali Faik İnter’in anısına…
Herhalde tarihimizin yalnızca en zorlu değil, aynı zamanda en ilginç dönemlerinden birini yaşıyoruz. Yer altından seslenen bir isim, hiç kimsenin kolaylıkla yalanlayamadığı ve Türkiye gibi bir ülke için dahi ‘ağır’ sayılacak ithamlarda bulunuyor, işitenlerin büyük çoğunluğu şaşkın, skandal bombardımanına tutulan toplum ortalaması gözüne fener tutulmuş gibi kaskatı. Ve muhalefet partileri vekilleri TBMM’ye uğrayıp hasbelkader genel kurula girdikleri günlerde ‘soru önergesi’ verip, her gün düzenli olarak ’10 bin dolar alan siyasetçi kim’ sorusunu yöneltiyor, günde üç kez tank-palet fabrikası için efkârlanıyor, birkaç yıl önce birilerine tüfek dağıtıldığı iddialarının gündeme geldiği günlerde ‘ilk seçimde gidecekler’ nakaratını tekrarlayarak, savcıları göreve çağırıyor.
Kuşkusuz o muhalefet, ortada aslında yalnızca ‘savcılık‘ bir sorun olmadığının, şu koşullarda herhangi bir savcının elinden bir şey gelmeyeceğinin farkında; buna mukabil siyasetin asli işlevlerinden biri olan ‘toplum için denetleme ve hesap sorma’ işlevini önemsizleştiren ‘savcıları göreve çağırma’ tutumunun, hayli konforlu bir alan yarattığının da farkında. Peki, bir yurttaş olarak muhalefete, “Hiç birinizin, ortalığa saçılan şu rezaletlerden ve fazlasından şunca zaman haberiniz yoktu, ilk kez duydunuz, öyle mi” sorusunu yöneltsem, çok mu haksızlık etmiş olurum!
Okuduğunuz yazı, hiç ilginç olmayan ve fazlaca akıl fikir gerektirmeyen bazı sorular sorup üzerinde düşünmeyi öneriyor.
Türkiye’deki yaygın ‘devlet’ algısı ve neredeyse ‘inancı’ üzerinde durmadan, gerek tarihsel gerek şimdiki zamana ilişkin herhangi bir sorunun kolaylıkla anlaşılamayacağı (ve çözülemeyeceği) kanısındayım ve sanırım muhalefetin hâlihazırdaki berbat iddialar karşısındaki tavrı da bu devlet kabulünden kaynaklanıyor. Ya da ‘temel nedenlerinden biri’, diyelim.
İnsanlık tarihinde hayli genç (yalnızca beş bin yıl) bir örgütlenme biçimi olan, benim gibi düşünenlerin ‘bir sınıfın muhtelif yol ve yöntemlerle yönetme aracı’ olarak yorumladığı devletin, hem kendi özgül tarihinde hem de yaşadığımız toprağın macerasındaki gelişimi, oluşturduğu yapılar, kültür ve insan üzerine, kütüphanelerce yayın ve sonsuz sayıda hayat deneyimi var; hiçbir kabul ya da duygu, birkaç on yılda oluşmuyor.
Bize bakınca, örneğin 19’uncu yüzyılda canlanan düşünce hayatının en önemli isimlerinin temel dertlerinin ‘devlet bekası’ olduğunu görüyoruz. O gün bugündür pek değişmemiş gibi. Devlet (ya da idare/yönetim) üzerine düşünmek, yazmak, eleştirmek, şu da bu yöne çekiştirmek hâlâ çok yaygın eğilim. Tanpınar’ın zamanında; ‘Türkiye’nin evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermediği’ serzenişini hayatlarımızın özeti gibi görmek mümkün sanırım. Malum, Türkiye yalnızca güzel bir ülkenin değil, aynı zamanda bir ‘devletin’ adı.
Devlet, çok farklı yönde düşünür görünenleri bir çırpıda ortaklaştıran bir olgu. Üzerine ortaklaşılan ‘değerler’ yalnızca tarihsel deneyimin değil, onun büyük dişlilerinden olan eğitim tornasının da ürünü tabii. İşte, ‘yer altından notlar’ konusunda muhalefetin biraz suskun, biraz ikircikli tavrının nedenlerinden birinin, bu düşünce/duygu olduğu kanısındayım. ‘Devlet’ düşüncesine ve o düşünceyi ayakta tutan ‘müesses nizam’ ilkelerine duyulan sadakat.
Bu sadakat ne kadar içselleştirilmiş bir sadakattir, çok emin değilim. Her zaman ve durumda ona eşlik eden bir ‘güvensizlik’ de var aslında. Belki biraz korku, biraz çıkar birlikteliği, saygı ve sadakat ile iç içe geçmiş olabilir. İçinde ‘devlet’ geçen atasözlerini, deyimleri vs. düşünelim; hayli karmaşık duygular söz konusu aslında. Günlük yaşamda, özellikle şu sıralar muhalif seçmen cenahında en sık işittiğimiz, ‘İyi de devlet ayrı hükümet ayrı’ savunusu örneğin, biraz da kendini ikna çabasından kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Çünkü bunu dile getiren de aslında bir ‘parti-devlet’ söz konusu olduğunda bu ayrımının anlamını yitirdiğini biliyor. Yine de ‘yineleme’ gereksinimi duyuyor ama mezarlıkta ıslık çalmak gibi.
Şunu soruyorum kendime; Aynı ülkede birbirine taban tabana zıt (görünen) düşünceler ve siyasi eğilimler, nasıl ve hangi koşulların yardımıyla ortaklık(lar) kuruyor ve sonra ne oluyor da o ortaklık bozuluyor? Aynı insanlar birbiriyle çelişkili düşünceleri nasıl bir zihinsel faaliyet sonunda bir araya getirebiliyor? Çelişkiler içinde yaşayabilmek ve tutarsızlık aynı şey mi? Örneğin bir toplumun hem 1961 hem 1982 anayasalarıyla yaşayabilmesini, yalnızca dönem ve koşulların farklılığıyla açıklamak mümkün mü, yoksa nedenleri daha derinlerde filizlenmiş bazı niteliklere mi sahibiz? Ya da bağlamı farklı daha güncel bir örnek vermek gerekirse; yalnızca birkaç yıl arayla, ‘barış süreci‘ ve ‘çatışma süreci’ yaşayabildik. Barış sürecinde, bir iki kişi sokağa çıkıp aleyhe eylem yaptı mı, hayır. Ancak büyük bir hızla, tam aksine uyum sağlayabildik ve şimdi 6 yıl öncesini savunmak dahi düşman ilan edilmek için yeterli. Yalnızca ‘koşul‘, ‘devir‘ ve ‘tutarlılık’ sözcükleriyle açıklanabilir gibi gelmiyor bu çelişkiler bana.
Pinhan Yayıncılık, hukuk ve siyaset bilimi üzerine çalışanlar için ‘hazine’ değerinde kitaplar, çeviriler yayınlıyor nicedir. Ne kadar teşekkür edilse azdır. Onlardan biri birkaç ay önce çıktı. Genç sayılabilecek yaşta vefat eden İranlı hukuk sosyoloğu Reza Banakar’ın (1959-2020) üç makalesi Türkçe’ye çevrildi (Ali Acar, Kasım Akbaş ve Seda Kalem / Hukuk ve Toplum Çalışmaları- İran Üzerine Yazılar).
İran ile Osmanlı-Türk anayasa (modernleşme) maceraları arasında; özellikle 19. yüzyılda olup bitenler, anayasa ve devletin sınırlanması bağlamında aydınların yürüttüğü tartışmalar, 1906 Anayasası, ikili hukuk sisteminin (şer’i-örfi) aynı anda uygulanması, çatışmalı modernleşme süreci vb. gibi konularda (ve hatta 1925 sonrası Pehlevi döneminde) benzerlikler bulmak mümkün. Dolayısıyla Reza Banakar’ın İran toplumu ve hukuk sistemi/algısı üzerine çözümlemeleri, Türkiye üzerine de düşünmeye de yardım ediyor.
Kasım Akbaş’ın çevirdiği ilk makalenin başlığı, ‘İran Hukuku ve Toplumunda Çelişkili Düzenler ve İkili Düşünme.’ Banakar, İran tarihi ve edebiyattan (yalnızca İran edebiyatı değil) yararlanarak, İran ahalisinin ‘çelişkili’ tutumlarının tarihsel (Yedinci yüzyılda Arap Müslümanların, Zerdüşt İran’ı fethi ardından beliren farklı kimliklerin bir arada bulunmasından kaynaklanan) nedenlerini anlamaya çalışıyor. Bir yerde şöyle demiş:
“İranlılar, her gün karşılaştıkları çelişkili tutum, inanç ve beklentilerin neden olduğu nahoş bilişsel uyumsuzluk hallerini idare edebilmek için ikili düşünme ve diğer usullerle işleyen dil oyunlarına başvururlar. Örnek vermek gerekirse, Hâfız’ın (14.yüzyıl şairi, MS) şarap içmeye ve mest olma haline sıkça atıfta bulunması, çoğu İranlının zihninde uyumsuzluk yaratır. Onu büyük bir Müslüman şair olarak reddedemedikleri için, onun küfürlerini ya ruhani metaforlar olarak yorumlarlar veya daha basit bir şekilde, İki karşıt Hâfız imgesinin bir aradalığını normal olarak benimserler. Her iki halde de Hâfız’ın sapkınlığıyla başa çıkabilmek için bir ikili düşünme faaliyetine girişirler.”
Çok hoş ve tanıdık bir çözümleme olmalı bizler için de. Banakar, örneğin ‘komplo teorilerine’ yatkınlığı da, çelişkili tutumların neden olduğu ‘bilişsel uyumsuzluğu’ ortadan kaldırmak için sıkça başvurulan yöntemlerden biri olarak kabul etmiş. Ayrıca, yine aynı uyum çabasının bir diğer sonucunun (Harold Rhodes’tan alıntı), “İranlıların gerçekte neye inandıklarını belirlemenin neredeyse imkânsızlığı” olduğunu iddia ediyor.
Kitabı, Türkiye ahalisinin ‘devlet’ kavramı ve somut olarak ‘idare’ ile ilişkisindeki çelişkileri üzerine düşünürken okumak çok iyi oldu. Birbirinden farklı siyaset, hukuk, yöntem ve kişilerin zihninde bir biçimde ‘uyumlu’ hale getirilebildiği, daha doğrusu ‘zorunda kalındığı’; öte yandan insanların aslında tam olarak neye inandıklarının hiçbir zaman tam olarak kestirilemediği bir toprak burası. Devlet ile toplum ortalaması arasındaki sevgi-güvensizlik ilişkisi süregitse de, nihai olarak ‘devlet’ olgusu üzerinde sağlanabilen birlikteliğin (samimiyeti hiçbir zaman tam kestirilemeyen!) farklı nedenleri olmalı, var.
Yazının başlığındaki ‘kutsal devlet’ ifadesi…
1982 Anayasası’nın ‘Başlangıç’ kısmının ilk halinde devlet, ‘kutsal’ sıfatı ile tanımlanıyordu. Bu bir ilkti ve 12 Eylül faşizminin ruhuna uygundu; “Ebedi Türk vatan ve milletinin bütünlüğüne ve Kutsal Türk Devletinin varlığına karşı…” cümlesiyle başlıyordu darbecilerin tercih ettiği metin. Darbecilerin diyorum; aslında anayasayı hazırlayan komisyonun bunu ne kadar istediği tartışılır. Nitekim DM (Danışma Meclisi)’ye sunulan ve orada tartışılan ilk metinde, henüz bir ‘Başlangıç’ kısmı yoktu, ilginç bir durum. MGK (Beş darbeciden oluşan Milli Güvenlik Konseyi)’deki görüşmelere bakıldığında (Metin DM’den MGK’ye geliyor ve son kararı o beş general veriyordu) Başlangıç metninin neredeyse hiç konuşulmadan kabul edildiğini, Tahsin Şahinkaya’nın bir yerde cümle düşüklüğüne dikkat çektiğini ve kabul edildiğini görüyoruz. (MGK Tutanağı, B.118, 18.10.1982, O.3)
Böylece ilk kez bir Cumhuriyet anayasasında ‘devlet’, ‘kutsal’ kabul edildi. İki satır sonra ise laiklikten söz ediliyordu! O beş generalden ve 12 Eylül faşizminden ‘tutarlılık’ beklemek pek anlamlı değildi kuşkusuz.
‘Kutsal’ sıfatı, demokratikleşme yönündeki ilk kapsamlı değişiklikte, 1995’te (23 Temmuz 1995 tarih ve 4121 sayılı Yasa) kaldırıldı. 2001 değişikliklerinde (4709 sayılı Yasa) başkaca ‘düzeltmeler’ de yapıldı ‘Başlangıç’ta.
Daha sonra yazacağım için burada uzatmayayım, 1995 değişiklikleri esnasında RP (Refah Partisi)’nin değişiklikler konusundaki tavrı, siyasal İslamcıların sonraki yıllardaki anayasa siyasetinin ipuçlarını barındırması bakımından önemli. 2010 yılında mealen “Canım siz şimdi he deyiverinin biz daha ne demokratik adımlar atacağız” diyen siyasal ideolojinin mensupları; 1995’te, ‘Din ve vicdan hürriyeti’ başlıklı 24’üncü maddeye ilişkin değişiklik vaadi yerine getirilmediği gerekçesiyle, değişikliklerin tümüne karşı çıkmıştır. İşin matrak yanı AKP geçtiğimiz 19 yıl boyunca o 24. maddeye dokunma gereği duymadı. Bir maddeyi değiştirmeden onu ‘yok saymanın’ yolunu keşfettikleri için olsa gerek.
Yeri gelmişken, 1995 değişiklikleri esnasında devletin ‘kutsal’ sıfatıyla tanımlanması gerektiğini savunan parti, MHP idi. Bu bakımdan son derece tutarlı olduklarını kabul etmek gerek. (Muharrem Şemsek’in konuşması, B.123, 14 Haziran 1995, O.2)
’12 Eylülcüler’in, devleti ‘kutsal’ sıfatıyla tanımlamaktaki ısrarının, yalnızca onların ideoloji ya da niyetinden kaynaklanmadığı, devlete atfedilen kutsallığın, Türkiye’deki bir kanaatin biraz duygusal ve abartılı biçimde dile getirilmesinden ibaret olduğu kanısındayım. 12 Eylül’ün kurduğu hukuk düzeni, bugüne dek yalnızca birkaç siyasetçinin basiretsizliği nedeniyle yaşamadı kuşkusuz. Sırtını yasladığı ve herhangi bir hukuk kuralından çok daha güçlü bir ‘gelenek‘ söz konusu.
Bakın darbe konuşmasında (1 No’lu MGK Bildirisi) ne diyor, zamanın muktediri Kenan Evren: “Ağızlarından düşürmedikleri hukuk devleti kavramı bir kısım anayasal kuruluşlarca devletin parçalanması pahasına da olsa yalnız kişilerin müdafaası olarak yorumlanmış, devletin ve milletin savunulması ise sahipsiz kalmıştır.”
Bu durumda ‘kutsal’ devleti, hak ve özgürlüklerden ‘şımarmış’ yurttaşa karşı korumaktan daha doğal ne olabilir!
Bizler ‘teferruatız’ bu güçlü ‘geleneğin’ gözünde, vergi öder, arada bir sandığa gideriz, ola ki şımarıklık yaparsak layığımızı buluruz. Hem, ‘devlet ayrı hükümet ayrı’ şekerim…
Birkaç meslektaşımız, ‘İnsan Hakları Hukuku-Koruma Mekanizmaları’ başlığıyla bir video hazırlamış. Konuya ilişkin temel bilgi almak isteyen meraklılar için bilgilendirici.