MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Gazeteciliğimizin en büyük sorunu, sorunlarını tartışmaktan, bu tartışmayı uluorta yürütmekten kaçınması (“imtina etmesi” demediğim için mutluyum). Oysa, şöyle bir gözünüzün önüne getirin, gazetecilerimiz televizyonlarda, Youtube kanallarında, internetteki haber sitelerinde, gazetelerde hemen her sorunu o konunun uzmanı edasıyla tartışır, yorumlar yıllardır.
Ama galiba daha büyük bir sorun da var: Sorunlarının ne olduğunu bilmiyorlar, en azından bazı temel sorunlarının farkında değiller.
Üç beş yıl oldu, bir gazete kolektifi varetmeye çalışan çok genç arkadaşlarla buluşmuştum. Sohbetin bir yerinde haberlerin nasıl yanlış, kötü yazıldığıyla ilgili bazı örnekler vermiş, nasıl yazılması gerektiğini anlatmıştım. Arkadaşlardan biri, “Biz böyle bir sorun olduğunu şimdi ilk kez sizden duyduk” demişti. “Haber böyle yazılır biliyorduk, hep bunu görmüştük, böyle yazmaya çalışıyorduk.”
İşte ben de böylece haber yazma bilgisinin nasıl çarpıldığını, yanlışın doğru yerine geçip baştacı edildiğini, gazetecilerin sorunlarının bile farkında olmadıklarını öğrenmiş oldum.
Cemal Süreya, Bekir Yıldız için “Yazacak dünya kadar şeyi var ama nasıl yazması gerektiğini bilmiyor” demişti. (Kitaplarımdan çok uzakta olduğum için bakamıyorum, bütün kelimeler aynı olmayabilir ama söylediği buydu.) Gazeteciliğimiz, gazetecilerimiz de böyle.
Neredeyse kimse haberi, röportajı güzel yazmaya özenmiyor sanki, “Haberi veriyoruz, bir de güzel yazmakla uğraşamayız, yetinin verdiğimiz kadarıyla” diyor gibiler. Oysa haberi iyi yazmak bir lüks değildir, olması gerekendir; aşırı bir şey beklemiyoruz güzel, doğru yazılmış haber istemekle.
Doğrudürüst haber yazılamayan bir ülkede gazeteciliğin temel sorunu nedir? Sansür müdür? Muazzam siyasi baskı yüzünden mi haberleri güzel yazamıyoruz? Hayır. Gazeteciler, gazetecilik zaaflarını iktidar baskısı şemsiyesi altında saklıyor, sansür halısının altına süpürüyor.
Geçen ay Makine Kimya Endüstrisi’nin bir fabrikasında patlama meydana gelmişti. Kendini muhalif sayan birçok mecrada aşağı yukarı aynı biçimde çıktı bu olayın haberi. En azından, patlamada ölen beş işçinin anısına saygı için güzel yazılmalıydı bu haber. Ama bakın nasıl yazılmış (eklemelerimin, değişikliklerimin altını çizdim, çıkardıklarımın üstünü çizdim):
“Ankara’da Elmadağ’daki Makine ve Kimya Endüstrisi (MKE) Roket ve Patlayıcı Fabrikası’nınnda üretimhane bölümünde 08.45’te meydana gelen patlamada nedeniyle 5 işçi öldü hayatını kaybetti.
Ankara Valisi Vasip Şahin, patlamaya ilişkin, “5 işçimiz maalesef vefat etmiştir [ikinci tekrar]. patlamanın kiimyasal tepkimeden kaynaklandığını, çalışanların tamamına ulaşıldığını, yaralı olmadığını söyledi. Yaralı yok. Çalışanların tamamına ulaşıldı. Patlama kimyasal tepkimeden kaynaklandı. Cumhuriyet savcıları detaylı inceliyor” diye konuştu. [Bu paragraf altıncı sıradaydı, buraya aldım.]
Elmadağ’ın Tatlıca Mahallesinde faaliyet gösteren fabrikanın üretimhane bölümünde 08.45 sıralarında bir patlama meydana geldi.
Patlamada, ölü ve yaralılar olduğu belirtildi. Patlamanın ardından fabrikadannın üzerinde dumanlar yükseldi. Olay yerine çok sayıda polis, ambulans, AFAD ve itfaiye ekipleri sevk edildi. MKE itfaiyesi ile Ankara itfaiyesi fabrikada içerisinde arama ve kurtarma çalışmalarına devam ediyor. [Attım bu cümleyi, çünkü bütün çalışanlara ulaşıldığını söylüyor Vali.]
Milli Savunma Bakanlığı‘ndan yapılan açıklamada ise, “Ankara’nın Elmadağ ilçesindeki MKE Roket ve Patlayıcı Fabrikasında bir patlama meydana gelmiştir. Patlama neticesinde 5 işçimiz şehit olmuştur [üçüncü tekrar]. Oolayla ile ilgili adli ve idari soruşturma başlatıldığını başlatılmıştır” denildi açıkladı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç da fabrikada meydana gelen patlamaya ilişkin adli ve idari soruşturma başlatıldığını belirtti. Tunç, sosyal medya hesabından, yaptığı açıklamada, “O olayın aydınlatılması için ile ilgili gerekli adli ve idari soruşturma başlatıldığını söyledi başlatılmıştır” dedi ifadelerini kullandı. [Bu cümle dört paragraf alttaydı, buraya aldım.]
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından yapılan açıklamada ise, “Ankara Elmadağ’da MKE Roket ve Patlayıcı Fabrikası’nda meydana gelen patlamada maalesef 5 işçimiz şehit oldu [dördüncü tekrar]. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve yakınlarına başsağlığı diliyorum. Makamları âli olsun” ifadelerine yer verildi. [Herhangi bir bilgi içermediği için, sadece İçişleri Bakanı’nın boy göstermesine yaradığı için tamamını attım. Bunu da muhalif gazete yapıyor!]
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca, 5 işçinin öldüğü [beşinci tekrar] patlama hakkında “Elmadağ ilçemizde faaliyet gösteren MKE Barutsan fabrikası içerisinde meydana gelen patlama ve 5 işçinin ölmesine [altıncı tekrar] ilişkin olayla ilgili olarak Elmadağ Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından derhal iki Cumhuriyet Savcısı görevlendirdi.ilmiş olup bizzat olay yerinde inceleme ve tespitlere başlamışlardır” açıklaması yapıldı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan da inceleme ve soruşturma için uzman müfettişler görevlendirildiğini konuyla ilgili Twitter hesabından duyurdu. açıklamada bulundu. Işıkhan, “Ankara’da MKE Roket ve Patlayıcı Fabrikası’nda meydana gelen patlamada hayatını kaybeden işçi kardeşlerimize [yedinci tekrar] Allah’tan rahmet, acılı ailelerine sabırlar diliyorum. Başımız sağ olsun. Konuyla ilgili olarak inceleme için koordinasyon ekibi oluşturulmuş olup Bakanlığımıza bağlı uzman müfettişler gerekli kapsamında görevlendirilmiştir” dedi.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Ankara’da MKE’de 5 işçinin yaşamını yitirdiği [sekizinci tekrar] ‘kimyasal tepkime’ kaynaklı patlamaya ilişkin “Ankara Elmadağ’da bir fabrikada meydana gelen patlamada beş vatandaşımız hayatını kaybetti [dokuzuncu tekrar]. Her birine Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. İlk ambulansımız olay yerine patlamadan 9 dakika sonra ulaşmış; toplam 4 ambulans, 2 UMKE timi ile 18 sağlık personeli görevlendirmesi yapılmıştır. Beş can kaybı [onuncu tekrar] dışında yaralımız bulunmamaktadır. Allah benzer kazalardan korusun” dedi. [Hiçbir ek bilgi içermediği, bakanlığın reklamını yapmaktan başka işe yaramadığı için tümünü attım.]“
Bu, eldeki ilk bilgilerle yazılmış basit bir haber, ama üstesinden gelinemiyor! Haber 367 kelimeydi (2972 vuruş), ben 104 kelimeye (852 vuruşa) indirdim. Okura ne kadar propaganda çöpü okuttuklarının, ne kadar kimyasal ve radyoaktif atık yutturduklarının farkında değiller. Dualar mualar da cabası.. İktidar baskısı yüzünden böyle kötü yazılmadı ya bu haber!
Daha karmaşık haber örnekleri de verilebilir. Gazeteciliğimizin düzeyini gösteren bir başka örneğe daha önce şurada değinmiştim, ünlü bir gazetecimizin habere ettiği muameleyi şurada ele almıştım, aynı gazetecinin yönettiği gazeteyi de şurada değerlendirmiştim.
Kötü yazılmış haber, en azından kimi durumda, doğrudan sansürdür. Sansürün amacı bazan olguları tümden saklamak, bazan bütün boyutlarıyla görünmesini önlemek, gerçekliğin çarpıtılmış bir halini ahaliye yutturmaktır. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bunun için var, RTÜK bunun için var, “yandaş medya” bunun için var, TRT ve Anadolu Ajansı bunun için var, haberlere bunun için yayın yasakları konuyor… Bunların sansürüne, yalanına, çarpıtmasına karşı kamu çıkarını gözeten gazetecilik yapmaya sıvananlar beceriksizlik, iş bilmezlik, özensizlik, donanımsızlık yüzünden sansür değirmenine su taşıyorsa… Haberin bütün unsurlarını olabildiğince kuşatmak, ele aldığı olayın kolay anlaşılmasını, kavranmasını sağlamak gazetecinin boynunun borcudur.
Şu sıra “muhalif medya/gazetecilik” demenin doğru olup olmadığı tartışılıyor, konuşuluyor. Gazeteciliğin doğası gereği muhalif olduğunu söyleyenler, “muhalif gazetecilik” deyişinin gereksiz olduğunu düşünüyor, yeter ki gazetecilik layıkıyla yapılsın. Ben de bu görüşteyim. Peki, doğru dürüst haber bile yazılamıyorsa gazetecilik layıkıyla yapılmış sayılır mı?
“Muhalif gazetecilik”in ayrıca değerli olduğunu düşünüyor da olabilirsiniz. Peki, doğrudürüst haber yazamadan muhalif gazetecilik nasıl yürütülebilir?
Türkiye’de medyaya sıkı baskı var, zulmediliyor hatta gazetecilere, Merdan Yanardağ son örnek. Gelgelelim, demokrasinin beşiği, ifade özgürlüğünün kalesi saydığımız ülkelerde de iyi örnek çok az, özellikle anaakım medyada. BBC, Guardian, New York Times gibi parmakla gösterilen yayın organları da sansür uyguluyor, çarpıtıyor, yalan söylüyor, özellikle Filistin/İsrail meselesinde, Rusya, Assange, Çin, pandemi, son olarak Ukrayna savaşı konusunda. Edward S. Herman ve Noam Chomsky, Rızanın İmalatı‘nı bu demokrasi beşiklerindeki ifade özgürlüğü ortamı için yazmıştı. Ama işin zanaatı iyidir oralarda, mesela Guardian beceriksizlikten sansür uygulamaz, özensizlikten gizlemez haberin bazı unsurlarını, dikkatsizlikten çarpıtmaz; bunları bilinçle, gayet ustalıkla, özenle yapar. Sansüre, çarpıtmaya gerek duymadığı parçalar da sorunsuzdur zaten.
İktidar kim olursa olsun gazetecilik eleştirel tutumunu korumalıdır, ama tabii bunun için önce kendine eleştirel bakabilmelidir. İktidar kim olursa olsun, gazetecilerin yapması gereken şey, iyi gazeteciliktir ve sansüre karşı yapılması gereken de daha iyi gazeteciliktir, haberi daha iyi yazmak, daha iyi çekmek, daha iyi sunmaktır. Bunun için anlaşılır, ikna edici, güvenilir olmanız gerekir.
Muhalefet partileri de, yandaş olmayan medya da iktidarın, asıl olarak Tayyip Erdoğan’ın kutuplaştırıcı dilinden şikayet edip durdu. E, adam ve ekibi bunu bilinçli yapıyordu, farkındaydılar. “Muhalif medya”, buna karşı panzehir geliştirmek şöyle dursun, kendisinin de aynı kutuplaştırıcı dili, üstelik kimi zaman aynı klişelerle kurup kullandığının farkında değildi. “İşte o kafa” haber başlığını Yeni Şafak‘ta da, Cumhuriyet‘te de görebiliyorduk. Erdoğan’dan her bahsedişte “partili cumhurbaşkanı” demeyi bir aydınlatma aracı sananlar vardı. Çetin Altan’ın ünlü deyişi “Türkün Türke propagandası”nı değiştirerek söylersek, muhalefetin muhalefete propagandasını iyi gazetecilik sayma tuzağına düştük.
Bu dil, ortak gerçeklik zeminini yoketti, Erdoğan ve ekibinin istediği zaten buydu, gerçekliği, karşımıza çıkan bütün olguları çarpıtmak, “zor tuttuğu % 50’si”nin saflarını korumak. “Muhalif medya”, böylelikle, “karşı” safa seslenme, gerçeği gösterme, onu ikna etme imkanını dilinin tersiyle itmiş oldu, tek Erdoğan kuluna ulaşamadı.
Geçenlerde Murat Sevinç’in yorumcular meselesine değindiği “muhalif” tv kanallarının haber metinleri de gazeteciliğe sığmayacak, çiğ, çığırtkan dille örülü, sunumları da bu nitelikte. Zaten artık sade bir haber sunumundan bahsedemeyiz. Sunucular özenle yazılmış metinleri okumaktan ziyade haberleri anlatıyorlar, e papağan da değiller, Tayyip Erdoğan da tabii, yazılmış metinleri prompter’dan okuyacak değiller ya, anlatacaklar bize, arada tenbih edecekler, imalı bakışlarla, tonlamalarla daha iyi anlamamızı, bazan tam yerinde bazı şeyleri ya da kimseleri kınamamızı sağlayacaklar…
Bunlara özeniyorlar işte. Bunlar gazeteciliğin normu sanılıyor artık. Bu yanlışlara özeneceklerine, yazdıkları habere, kullandıkları dile özenmeliler. “İçinde” kelimesini neredeyse tamamen kaldırıp yerine uyduruk “içerisinde”yi kullanan, “dövdü” diyeceğine resmi ağzın “darp etti”sini kullanmayı marifet sayan, klişeleri etkili, vurgulu söz sanan gazeteciler, metinler mi muhalefet edecek? Neye? İktidarın medyası da aynı dili aynı şekilde kullanıyor.
Hayır, bunlar güzel, doğru gazetecilik değil. Onu bunu şunu düzeltmek, değiştirmek isteyen gazetecilerimiz önce kendi işlerini düzeltmeli, iş yapma biçimlerini değiştirmeli, haber yazmayı, sunmayı öğrenmeli… Gazeteciler kendi işlerini okurları, seyircileri, dinleyicileri önünde çatır çatır tartışmalı. Gazeteciliğin sorunu bütün toplumun sorunudur çünkü.
DİLE GELENLER
Birtakım başka takıntılar
Benim de sözcük takıntılarım var, birkaçını yazayım.
Çevirmen ya da yazar “Nasıl hissediyorsun?” diyor, zamir yok! Tam Hollywood dublaj Türkçesi ya da sosyal medyanın yoz dili. Orada bir kelimeyi, “kendini” demeyi esirgiyor bizden.
Bir de “neden” var, ikinci takıntım. Soru sözcüğü niyetine kullanıyorlar (orada da “niçin”i ya da “niye”yi esirgiyorlar. Oysa Arapça sebep’in Türkçesi olduğunu bilmiyor, bilmek istemiyorlar.
Ama belki de en büyük takıntım, “Amerika Birleşik Devletleri”. 2009’a kadar BirGün’de pazar günleri KOGA (Karayipler-Orta ve Güney Amerika için kullandığım kısaad) sayfasını hazırladım. O yıllarda öğrendim ki KOGA’nın yerlileri ve okumuş etmişleri, devrimcileri bu Amerika sözcüğü karşısında çok duyarlılar. Çünkü “Birleşmiş Amerikalar”, büyük Kurtarıcı Simon Bolivar’ın düşüydü. Ama Kuzey Amerikalılar parayla satın alarak ya da savaşarak toprak ele geçirip eyaletleri birleştirip ABD’yi meydana getirdiler. Ben önüme gelen bütün yazılarda Birleşik Devletler (BD) diye düzeltiyorum, Bolivar’ın anısına ve KOGA’lılara saygıdan. (Zaten pek çok yerde bu BD’lilerin kendileri de kullanıyorlar US ya da United States diye, mesela USAF – Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri).
KOGA’ya gelince. “Latin Amerika” da takıntılı olduğum bir ifade. Tam Türkçesi aslında Latinleştirilmiş Amerika yani zorla Hıristiyanlaştırılan, katledilen, yağmalanan, dönüştürülen, sömürgeleştirilen insanların Latinleştirilmiş, Akdenizlileştirilmiş ülkeleri… Yazıdaki duruma göre Orta Amerika, Güney Amerika, Kuzey Amerika demeye çalışıyorum.
Birleşik-ayrı sözcükler meselesinde hem sana hem Attila Aşut’a katılıyorum.
“İki sözcük biraraya geldiğinde yeni bir anlam çıkıyorsa bitişik yazılır” kısa ve öz bir kural. Ben öteden beri daha uzun bir anlatım ya da formül kullanıyordum: Kuşkuya düşülen her iki sözcüğe ayrı ayrı soru sorulur: Sözcükler ayrıldığında her bir ayrı anlamlar taşıyorsa bitişik yazılır. Örneğin “Bir takım tornavida.” İki üç takım tornavida da olabilir, o nedenle ayrı. “Birtakım olaylar sonucunda maçı kaybettik.” Burada senin tanıma göre iki sözcük birleşiyor ve bambaşka yeni bir anlam çıkıyor yani “bazı” sözcüğü…
Ve sanki daha çok soyut anlatımlarda bitişik sözcükler daha çok karşımıza çıkıyor. Gözönüne almak ya da başaçıkmak’taki gibi. Bu konuda tartışmaya girdiklerime şöyle örnekler veriyorum (ya da demin dediğim soruları soruyorum): Kulak ya da burun önüne almak diye bir şey var mı? Baş ise kafa (ya da önder, lider) anlamına geldiğine göre bir şeyin üstesinden gelmek anlamında kullanıyorsan bitişik yazman lazım, yoksa topa kafa çıkmak gibi olur, diyorum.
Bir de şu iki sözcük arasındaki ayrıma da dikkatini çekerim: Cezaevi ve hapishane.
İlkinde şahıs bir suç işlemiş (cinayet tecavüz vs gibi adli) ve ona bir ceza verilmiş yasalara göre. Gideceği yer cezasını tamamlayacağı cezaevi. İkincisinde şahsın hiçbir adli durumu yok mesela muhalif slogan atmış ya da karikatür çizmiş ve ona da yasalara göre bir ceza verilmiş. Ama onun gideceği yerin adı bana göre hapishane. Dünyanın her yerinde insan öldürmenin cezası belli ama slogan atmanın belli değil çünkü ifade özgürlüğü kavramı var ama cinayet özgürlüğü diye bir kavram yok evrensel hukukta Bu nedenle ben tüm yazılarda cezaevi hapishane ayrımına dikkat ediyorum. Cem Çobanlı