MURAT SEVİNÇ
Yalnızca ‘bisiklet sürmek istediği için’ yaşamını yitiren Doğanay Güzelgün’ün anısına…
‘Yaşam hakkı’, Anayasa tarafından güvence altına alınan haklardan biri, hatta diğer tüm hakların temelinde olan bir hak; öyle ya önce yaşayacağız ki… Anayasa’nın 17. maddesi, herkesin ‘yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip’ olduğunu hükme bağlar. 5. madde, devlete ‘insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi’ için gerekli şartları hazırlama görevi verir. 10. madde, o insanın yaşamını ‘yasa karşısında eşit’ olarak süreceğini hükme bağlar vs.
Yaklaşık yirmi yıl önce, ortak noktaları olan üç konu üzerine, birbirini takip eden makaleler yazmıştım: Açlık grevleri, bayrağa yönelik saygısızlık/eylemler ve vicdani retçilik. Üçü de o yıllarda sıklıkla gündeme gelen yakıcı insan hakları/anayasa sorunlarıydı ve önemleri derecesinde, siyasi çekişmelere de yön verebiliyorlardı. Yazarken, yaşam hakkının niteliği üzerine bolca okuma ve düşünme şansım oldu. Açlık grevleri-ölüm oruçları konusu yaşam hakkıyla doğrudan ilişkiliydi ve öncelikle grevlerin hukuki/anayasal vasfını tespit edip ardından yaşam hakkının, bu hakka ‘son verme hakkını’ da içerip içermediğini ve bunun ‘siyasal-anayasal’ anlamlarını tartışmayı denemiştim.
Konunun ucu ister istemez ‘gönüllü ölüm’, deontoloji vb. gibi tıbbi tartışmalara da dokunuyordu; benim açımdan çok öğreticiydi ve çalışmanın sonunda başta hedeflediğim yerden, ilk düşündüğümden farklı bir yerdeydim. Bir anayasa hukuku hocası, yazıya dair, “Tamam, iyi hoş ama sonuç açık değil” demişti. Haklıydı, çünkü çalışma mutlak bir sonuca ulaşmamıştı ve bence ulaşması kolay değildi. Buna mukabil, yaşam hakkının ve devletin ‘yaşatmacılık ödevinin’ yalnızca ‘öldürmemek’ anlamına gelmediğini kavramamı kolaylaştırmıştı.
Anayasa’nın üçte birini oluşturan temel hak ve özgülükler rejimi, birbiriyle ilişkili hak ve özgürlüklerden oluşur ve birinin eksikliği diğerinin tam anlamıyla yaşama geçirilememesi sonucunu verir. Örneğin bir yurttaşa, ‘Düşünce ve inanç özgürlüğüne sahipsin ama toplantı ve gösteri hakkına sahip değilsin’ ya da ‘Yaşam hakkına sahipsin ama adil yargılanma hakkına değil’ denilemez. Birinin siyasi hakkı ihlal edildiğinde, aslında düşünce özgürlüğü ve yasa karşısında eşitlik ilkesine de aykırılık söz konusudur vs. Her hak ve özgürlüğü, aynı zamanda insanın yaşam hakkını güvence altına alan ve güçlendiren bir hak ve özgürlük şeklinde düşünmekte yarar var.
Bu bağlamda, yaşam hakkından, ‘insan gibi yaşama hakkını’ anlamak gerekir, insan gibi yaşama hakkının ne olduğunun sınırları da günün ‘medeni’ hukuk kural ve ilkeleriyle, yerleşik teamüllerle çizilmiştir. Aksi halde yaşam hakkı, yalnızca ‘nefes alma hakkına’ indirgenmiş olur ki, malumunuz, alınıp satılan köleler de nefes alıp veriyordu.
Devlet toplumdan, toplum da bireyden ödev bekler, doğru, ancak o ödevler, ancak görevlerini yerine getiren bir devlet ve topluma karşı borçtur; zamanında Mümtaz Hoca’nın söylediğince, “…toplum bedava ödev isteyemez.” Yeri gelmişken, 1961 Anayasası’nın müelliflerinden Bahri Savcı Hoca’nın epey erken bir tarihte kaleme aldığı Yaşam Hakkı başlıklı kitabını -ve şu kısa tanıtım yazımı- ilgileneceklere hatırlatmış olayım.
Peşrevi uzatmamın nedeni, yurttaşın devlete ve topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmeye, ancak devlet ve toplumdan insanca muamele gördüğünde ‘istekli’ olacağını bir kez daha vurgulamak. Bu yüzden, demokratik sistemlerin devleti ve toplumu, ceberutlara nazaran daha dayanıklı. Demokratik devletlerin yönetimlerinin giderek daha sağcı-otoriter liderlerin eline düşüyor oluşunu, devlete hâkim sınıfın içinde bulunduğu zorluklar (bkz. güvenlik devleti kavramı) ve burjuvazinin mecburiyetleri (bkz.1930’lar Avrupası) ile açıklamak mümkünse eğer -ki bana kalırsa öyle- Batı toplumlarının da, sadakat duyulduğu varsayılan demokratik değerlerle ilişkisinin değişmeye başladığını varsaymak çok yanlış olmayabilir. Bakın, İtalya’da Mussolini sempatizanının kazanmasın ardından, İspanya’da Frankocular güçleniyor, Fransa’da ilk seçimde ne olacağı belli değil… T24’te Cansu Çamlıbel’in, Zafer Partisi genel başkanıyla yaptığı önemli söyleşide, parti başkanının ifadelerinin ‘güvenlikçi devlet’ özlemi bakımından dört başı mamur (şimdikini aratacak) bir beklentinin dışa vurumu olduğu kanısındayım. ZP’yi aldığı oy itibariyle pek ciddiye almayanlara, zamanında Le Pen’gillerin de bu denli ciddiye alınmadığını hatırlatmakta yarar var.
Sözün özü, demokratik sistem için birey ile devlet/-toplum arasında dengeli bir ödev-sorumluluk ilişkisinin kurulması gerekiyor ve söz konusu ilişki sınıf mücadelesiyle doğrudan ilgili, zira o mücadelenin dışında bir devlet de toplum da yurttaş da yok. Bakınız, en güncel haliyle rasyonel politika, vergiyi tabana yayma siyaseti, dayanışma nutukları, vesaire…
Bir an bu somut gerçeği, sınıf çatışması meselesini bir yana bırakalım… Devlet ile toplum ve yurttaş arasında dengeli hak ve ödev ilişkisi, öncelikle bu ilişkiyi kurmayı hedefleyen bir devletin varlığına bağlı. Cumhuriyet’in mantığına uygun bir ‘hukuk devleti’ idealinin yerini, parti-devletin ‘sadık tanışların’ idaresi aldığında; ‘çoğulcu nizam’ için zorunlu olan ‘demokratik hukuk,’ parti-devletin bahşettiği ölçü ve nitelikte bir ‘hizaya getirme’ aracına dönüşüyor.
Ne demek bu? Örneğin, hukuk devletinin olmazsa olmaz ilkesi olan ‘öngörülebilirliğin’ yerini ‘belirsizlik’ alıyor; her an her şeyin olabileceği, organların en olmadık kararı verebileceği ve yurttaş güvencesinin ancak ‘sadakat’ ile sağlanabildiği bir düzen.
Zamlar karşısında sosyal medya şakası yapılmasının/yapılabilmesinin, bir bisikletçinin sabahın köründe kural tanımaz bir meymenetsiz tarafından öldürülmesinin, yaşam alanlarımızda tanık olduğumuz zorbalığın ve bazen itliğin, bu denli yaygınlaşıp kendi halindeki yurttaşı bezdirmesinin, iki gün önce bir avukatın Başak Demirtaş ile ilgili o sözleri arsızca sarf edebilmesinin, başta ‘cezasızlık’ olmak üzere, ortak nedenleri-kaynakları var.
Zira, insan evladını derleyip toparlayan, toplum içinde yaşadığını hatırlatan sınır(lar) olur, olmalı. İnanca ilişkin, toplumsal ahlaki normlara ilişkin, hukuka ilişkin. İnsan, bir şey yapmaya-söylemeye giriştiğinde; belki inancının gereğini, belki ayıplanma ihtimalini, belki yasayı düşünüp durur, durmak zorunda hisseder. Eğer hiçbirini umursamıyorsa, bir başka deyişle, umursamasını gerektirecek bir fren olmadığını varsayıyorsa; yasanın, ahlakın, inancının gereklerine aldırmayan biriyle nasıl birlikte yaşanır? Hâlihazırdaki Türkiye’de, işlevlerinden biri de insanı ‘dizginlemek’ olan ‘erdemin’ ederi nedir? Hangi düşünürdü o, Cumhuriyet için ‘erdem’ sahibi olmayı gerekli sayan?
Devlet-toplum ile yurttaş arasındaki hak ve ödev ilişkisi yara aldığında, norm düzeni tarumar edildiğinde, geriye, korku, gelecek endişesi ve her süfliliğe katlanıp bir zaman sonra sıradanlaştıran bir ‘kalabalık’ kalıyor.
Başa döneyim… Anayasa tarafından güvence altına alınan yaşam hakkı. Kavala yaşıyor mu, yaşıyor işte. Demirtaş yaşıyor mu, o da yaşıyor. Kozağaçlı, yaşamasa yazabilir mi, yaşıyor demek ki. Diğerleri? Hakları ellerinden alınanlar, korkanlar, endişeliler, mutsuzlar, sömürülenler? Yaşıyorlar ya, nefes alıyorlar, devlet ve toplum daha ne yapsın! Yaşam hakkından, insanca, eşit ve onurlu bir yaşamı anlamak gerekir.
Yazı önerileri:
Ümit Kıvanç’ın, sosyal medyayı kimin nasıl kötüye kullandığı, kullanabileceği üzerine yazısı, ‘Twitter’ı nasıl bilirdiniz?‘.
İktisat hocası Haluk Levent’in yazısı okunmalı, ‘Otomasyon: Giriş