
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Yazıyla ilgili bir ilkeyi geçen hafta Ahmet Haşim’in bir cümlesiyle söylemiştik:
“İnsan kanının ve gözyaşının bulaştığı faciaları teşbih ve istiareyle tasvire kalkışmak, hakiki ıstıraba karşı hürmetsizliktir.”
Nimet Arzık, gençliğinde Polonya’dayken şahit olduğu bir olayı şöyle anlatıyor Tek At Tek Mızrak‘ta:
“Tüfek sesleri yeniden başlamıştı.
Bir arkadaş:
– Yahu ne oluyor, dedi.
– Manevra yapıyorlardır.
Birkaçımız bisiklete atladık ve Zakopane’ye doğru yokuşu inmeye başladık. Bir koca ordu, bir düzlüğe yayılmıştı, tankıyla, topuyla, tüfeğiyle. Ne çok tank vardı!
– Bunlar Alman üniforması giymiş.
– Bu bir tür kamuflaj.
İçimiz ürpertilerle doluydu. Kandan kıpkırmızı olmuş iki çarşaf, iki kabartının üstüne yayılmıştı. Uzaklaşmak için pedala bastık. Havaya ateş ettiler. Durduk. Bir er koşarak, bağıra çağıra bir şeyler söyledi.
Savaş başlamıştı.”
Başlayan, İkinci Dünya Savaşı’ydı. Bir kır gezintisini bölen, gündelik hayatın sıradanlığına son veren, 55 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanacak savaşın ilk adımları… Anlatımda hiç aşırılık, abartı yok, olayı dramatize eden tek kelime yok.
Şimdi de Melih Cevdet Anday’ın hayatından bir ana bakalım. Askerliğini yapacağı alaya Çanakkale’nin Kepez köyünde katılmış Melih Cevdet, şöyle anlatıyor:
“İşte Refah vapurunun battığı haberi ben Kepez’deyken geldi. İkinci İnönü Denizaltısı komutanı olan ağabeyim Yüzbaşı Nejat Anday, İngiltere’de Türkiye için yapılmış denizaltıları teslim almak üzere bu vapurla Mersin’den yola çıkan heyetin içindeydi. Bir ata atlayıp olayı iyice öğrenmek için Çanakkale’ye indim. Yol altı kilometredir. Bütün gün kaldım Çanakkale’de. Gelen haberler birbirini tutmuyordu; birinde ağabeyim kurtulanlar arasındayken, ötekinde adı geçmiyordu.
Akşama doğru umut kalmadığı anlaşıldı. Atıma binip karanlıkta yola koyuldum. Atlara o günden beri büyük bir yakınlık beslerim. Çok sevdiğim ağabeyimi düşünerek ağlamaya başladığımda, atım durdu. Başını döndürüp bana baktı.”
Bizi ağlatan “at durdu” ve “başını döndürüp bana baktı”dan başka ne var, bu iki ibarede sıradanlıktan başka ne var?
Ama yazının tek konusu dramatik olaylar, durumlar değildir. Bu yüzden, Roy Peter Clark şöyle formüle ediyor bu ilkeyi Writing Tools kitabında, belki ilke değil de onun sevdiği tabirle ‘yazı aracı’ demek daha doğru: “Konu ne kadar ciddi ya da dramatikse yazar o kadar geri çekilmeli, hikayenin kendini anlatmasına fırsat vermeli. Konu ne kadar oyuncaklı ya da önemsizse yazar o kadar hünerini gösterebilir.” Kısacası, konu çok ciddiyse sadelikten ayrılma, hiç ciddi değilse anlatımı abart.
Sadelik ilkesini veren Ahmet Haşim’in eline bu mübalağa sanatında su dökmek çok zor. Frankfurt Seyahatnamesi’ndeki şu kısacık bölümü bir okuyun:
“Sinekten nasıl kurtulmalı!…
Ne memleket, ne iklim değiştirmek, ne de her tarafı cilalı ceviz tahtalarla parıl parıl yanan Avrupa ekspresiyle seyahat etmek bunun için kafi değil!
Öğle yemeğinden sonra sinirlerim uyuştu, ufak bir uyku kestireyim diye kompartmanımda uzandım. Havada vızıltıdan murabbalar, müsellesler, daireler, helezonlar çizen on, on beş sinekten bir tanesi beni gözüne kestirdi; süzülüp dudağımın bir kenarına kondu ve bir kurşun ağırlığıyla etime yapıştı. Herkes gibi sineklerin ahlakını az çok bilirim, onlara zıt gitmeğe gelmez. Bana musallat olanın teslimiyetimi görüp nihayet defolacağını umarak kımıldamadım ve müthiş bir sabırla benden uzaklaşmasını bekledim. Ne gezer! İğrenç böcek, düşüncemi anlamış ve sinirlerimin tahammül kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi gitmek şöyle dursun, bilakis yarım harap ettiği asabımı son haddine kadar aşındırmak için konduğu yerde daha derin yerleşerek, ıslak hortumu ve soğuk bacaklarıyla derimin üzerinde ağır ağır, küçük küçük ürpertici daireler çizmeğe koyuldu. ‘İşkenceler Bahçesi’ adlı kitapta anlatılan Çin azaplarını kat kat geçen bu müthiş işkence altında fazla dayanamadım. Kırılan bir zemberek gibi bir an içinde bütün sabrım boşandı, gözüm karardı, acayip, siyah ışıklar görmeğe başladım ve bütün irademi kaybederek can havliyle kalkıp var kuvvetimle havayı tokatladım. Fakat boş. O andan itibaren sinekle aramda baş döndürücü bir inat kavgası başladı: Ben çabaladıkça, o bir an için havalanıyor ve elimin hareket kavsi bitince sanki gülerek süzüle süzüle aynı yere gelip konuyor ve etimin üzerinde başladığı işkenceye rahatça devam ediyordu. Başım dönmeğe başladı, çıldırmış gibi yerimden fırladım ve kompartmanımı muzaffer sineğe terk ederek kendimi koridorlara atmaktan başka bir kurtuluş çaresi bulamadım.”
Bütün cümleler, sineğin ne kadar başaçıkılamaz bir düşman olduğunu göstermek üzere kurulmuş, bütün kelimeler de aynı amaçla seçilmiş. Herbiri abartıyı abartıyor. Daha girişten başlıyor abartı: memleket, iklim değiştirmek işe yanamıyor, baksanıza parıl parıl, modern, yeni, temiz Avrupa’da bile…
Sinek bilinç, ahlak sahibi bir mahluktur, kin tutar; baksanıza birini gözüne kestirir, onunla zıt gitmeye gelmez, düşüncelerimizi anlar, inat eder, gülüp alay eder…
Haşim de nasıl amansız, acımasız, zeki, kurnaz, çevik bir düşmanla karşı karşıya olduğunun farkındadır ve bu zalimliğe bir kere daha maruz kalmaktadır.
Abartıyı heyecanlı kılan, çok iyi bildiğimiz sinekle ilişkiyi meraklı bir maceraya dönüştüren bir unsur da metnin eylem, hareket belirten fiillerle dolu olması ve bunların aslında bir kavganın, bir büyük mücadelenin fiilleri olması: etime yapıştı, daireler çizmeye koyuldu, can havliyle kalktım, havayı tokatladım, kavga başladı, işkenceye devam ediyordu, yerimden fırladım, kompratmanı terk ettim.
Herşey abartı üzerine kurulduğu için ‘iğrenç böcek’ gibi abartılı sıfatlar da, bütün öbür abartı unsurları da yapı taşı işlevi görüyor. (Dramatik, ciddi bir olayın anlatımında bunlar süs ve yüktür.)
Bu mübalağa olmasaydı, Ahmet Haşim bu olayı, bu hikayeyi nasıl okutabilirdi ki bize? Haşim, “Seyahat ‘harikulâdelikler avı’ demektir” der kitabın Mukaddeme’sinde. Ataç, bu sözü alıp şunu ekler:
“… avcı Haşim, avı kendi yaratmıştır.”