
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var/ Tiyatro
insanatinart@gmail.com
Her sezon bir Rutkay Aziz oyunu!
Olmazsa olmaz. Bu neredeyse üniversite yıllarımdan bu yana alışkanlığım.
O zamanlar AST İstanbul’a pek gelmezdi. Biz AST’a giderdik.
Şimdi İstanbul sahnelerinde, fakat çoğunlukla da oyunculuklarının çok altında kalan senaryoların içinde televizyon dizilerinde izlediğim nice kıymetli oyuncuyu ilk kez, AST’ın o tiyatro kokan salonunda izledim.
Ama ille de Rutkay Aziz! Neden?
Çünkü bu yaşında hala tiyatro aşkıyla seyircilere örnek olurken; göstermeci oyunculuğun sahne matematiğini en güzel ve doğru biçimde kullanan oyuncu/yönetmen olduğu için…
Ustaya selamlar olsun.
‘Bir Halk Düşmanı’ oyunu Henric İbsen’in neredeyse yüz elli yaşına yaklaşan başyapıtlarından biri… Ve ne tuhaf ki; biz dünya hızla değişiyor zannederken, neredeyse hiç değişmediğini gösteren bir metin.
Büyük oyuncularla sahnede olmak hem zor hem bitmeyen hem de değeri tahmin edilemez bir doktora eğitimi gibidir. Yalnızca sahne üzeriyle değil. Kulisiyle de… Özcan Alpar, Levent Yılmaz sahne üzerinde ayrı bir ışığa sahip oyuncular… Mehmet Küçükgünaydın da sahneden seyirciye kolay ulaşıp, akılda kalan bir performans sergiledi.
Oyundaki güzelim tahterevalli sahnesi ise belki oyuncular belki de mikrofonların teknik yetersizliği nedeniyle kaybolan kelimeler yüzünden, hak ettiği değeri kazanmadı.
İbsen oyunu 1882’de yazmış. Sanayi Devrimi, mülkiyet oluşumu, yerel yönetimlerin bugünkü yapısına benzer bir yapıya kavuşmaları, toplumsal katmanların yeniden oluşurken, sermaye oluşumları nedeniyle katmanlar arası geçişler, sivil toplum kuruluşları ve bunların yöneticilerinin güç kavramıyla tanışıp kişisel değer ve vicdanlarını sınaması… Böylesi bir arka plan, oyunu yazıldığı coğrafya ve dönemden ayırıp evrensel ve zamanlar ötesi bir düzleme yerleştiriyor.
Amin Maalouf’un ‘Uygarlıkların Batışı’ (YKY, 2019, Deneme) kitabının ilk paragrafı şöyle başlıyor: ‘Ölmekte olan bir uygarlığın kucağında sağlıklı bir bebek olarak doğdum ve ömrüm boyunca etrafımda onca şey harap olup giderken övünecek hiçbir şey yapmadan, suçluluk da hissetmeden, hayatta kalma duygusuyla yaşadım; geçtikleri sokaklarda bütün duvarlar yıkılırken yine de sağ salim kurtulan ve sonra, arkada bıraktıkları koca kent moloz yığınından ibaret kalmışken, giysilerindeki tozları silkeleyen film kahramanları gibiydim.’ Bu etkileyici giriş İbsen ile Maalouf’u aynı çizgide buluşturuyor. Küçük kentsoyluların tehlikeli mecburiyetleri…
Oyunun kahramanı doktor halk için tehlikeli olacak bir meseleyi gündeme getirmek istediğinde gazeteciler, aydınlar, sivil toplum girişimi yöneticileri, küçük sermaye sahipleri özellikle de halk önce ‘Halk Kahramanı’ ilan ederler doktoru… Ardından bu meselenin gündeme gelmesinin bir süre kasabanın ticari hayatını, turist gelmesini olumsuz yönde etkileyeceği, evlerin fiyatlarının artmayacağını öğrendikleri andan itibaren yön değiştirirler. Halka zarar verecek ve zehirleyecek bu olayın gündeme getirilmesini isteyen doktoru ‘Halk Düşmanı’ ilan ederler. Hatta türlü iftiralarla neredeyse kişisel çıkarlar nedeniyle bu konuyu araştırdığını bile söylerler.
Mesele açıktır aslında o en üstekiler ile en alttakiler arasındaki geniş sosyal kitlenin; aydınların, beyaz yakalının, okumuşların, küçük sermaye sahiplerinin, sivil girişimcilerin (hani fox balıklarını kurtaralım, yeşili koruyalım vb) ‘mecburiyetleri‘ vardır aslında…
Yayınlanacak araştırma ve yazı yerel yönetim siyasetçilerine, bölgenin büyük sermaye sahiplerine dokunduğu andan itibaren bağışların, fonların, dernek desteklerinin kesilmesi, işten çıkartma tehditleri, güç alanlarının elden gitmesi tehlikesi küçük kentsoyluyu hemen ıslah eder.
Gorki uzun uzun anlatmıştı bu kültürü, bir kitabında… Bilmem okuyan var mı hala?
Doktorun etrafında bir süre önce onu alkışlarken bir anda ‘kusura bakma ama mecburum’ diye usulca kaçıverirler çevresinden.
Küçük kentsoylunun her zaman konformist mecburiyetleri vardır.
En kalabalık olan kendini çoktan kendi yaşamına tarzına kurban etmiş olabilir mi?
Kaçmak ya da gitmeyip mücadele etmek ayrımında kalır doktor.
Kararı ne olursa olsun, insanın içindeki o iki yüzlü, çıkarcı çamurdur ayaklarına bulaşan… Kötüler de cesaretlerini o çamurdan alırlar zaten.
Dostlarınızla seyredin bu oyunu, oyundan sonra sıcak çayınızı içerken konuşacak şeyleriniz olacak.
Bu hafta yazacak çok şey vardı aslında. Rodin, Roland Barthes, Camille… Yarın ‘Dünya İyilik Günü’, iyi bir şey söyleyin sevdiğiniz birine, bir iyilik yapın, iyi bir sanat eseri izleyin.
Elimizde kalan yalnızca iyilik, birkaç güzel insan için…