
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Son iki günde sosyal medyada en fazla konuşulan konulardan biri, ‘Kızılcık Şerbeti‘ dizisinin sezon finali oldu. Diziyle ilgili iki yazı yazmıştım ve açıkçası bir tane daha yazmaya niyetim yoktu. Ancak sezon finali sosyal medyayı sallayınca ben de konuya değinmeden geçmek istemedim.
Sadık izleyicisiydim ama
Dizinin sadık izleyicilerinden biriydim; fakat son aylarda senaryosunun sadece kaos bağımlısı insanımıza istediğini vermek için yazılıyor olmasına, kişiliklerdeki sapmalara özetle akıştaki saçmalıklar silsilesine dayanamaz olduğum için diziyi dikkatli izlemeyi bırakıp, ara ara bakmaya başladım. İzlemeyi toptan bırakamama sebebim ise -sanırım- içinde bulunduğum coğrafya insanın -en azından büyük bir kısmının- mazoistik eğiliminin olması ve bu eğilimin -muhtemelen- bulaşıcı olması. Yani insanımızın birçoğu kaos, drama ve acıdan besleniyor. Ve bir süre sonra bizler de ister istemez çevreden etkileniyor, bunları içeren dizileri izlerken buluyoruz kendimizi.
Son dönemde toplumun birçoğunun yakalandığı aşırı analiz etme takıntısıyla kaostan beslenmeye karşı pekişen bağımlılık birleşince hemen her konuda, özellikle de yayınlanan programlar veya diziler hakkında sosyal medyada yorum yapmak da yaygınlaştı. Sadece diziler hakkında yapılan yorumlar üzerinden bile toplum olarak içinde bulunduğumuz ruh halini anlamak mümkün. Bir örnek vermem gerekirse… Bir Gülse Birsel hayranı olarak üç hafta önce ‘Avrupa Yakası’ dizisini baştan izlemeye başladım. Diziyi Youtube’dan izlerken ara ara alttaki yorumları da okuyorum. Özellikle yakın zamanda yapılan yorumlara bakıyorum da insanlar bir sitcom izlediğinden bihabermiş gibi dizideki karakterleri linçleyip, dizideki romantik ilişkileri derinine analiz etmeye çalışıyor. Yani insanımız komediden, gülmekten, zeka ile üretilen ince espriden tamamen uzaklaşmış durumda. Bugünlerde insanların birçoğu, hayatla ve kendiyle olan kavgasından kaynaklanan öfkesini başkaları üzerinden gidermeye çalışıyor ki bunu sosyal medyada sık sık görüyoruz zaten. Bu öfke Burhan Altıntop karakterini linçlemeye veya analiz etme takıntısı Şahika ve Sacit aşkına kadar uzandıysa, insanımızın kendi hayatı üzerinde hissettiği kontrolsüzlük duygusunun ve memnuniyetsizliğinin tahmin edilenden daha derin olduğunu söylemek mümkün. Eh hayata acıyla bağlanmak da bir alışkanlık haline gelince kaos, acı, karmaşık ilişkiler içeren diziler de haliyle reyting yapıyor.
Eskisi gibi değil
‘Kızılcık Şerbeti‘ne dönecek olursak…Kişisel fikrimi sorarsanız dizi artık herhangi bir mesaj kaygısı taşımıyor. Sadece reytingi yüksek tutmak için izleyiciye istediği kaosu, entrikayı ve aksiyonu veriyor. Bu ülkede reyting yapması için senaryoda en az bir yalı ya da köşk, aldatan eşler, yasak aşk, arkadan iş çeviren yakınlar, annesi veya babası belli olmayan çocuklar ve tabii bir de sonunda iyilerin kazanacağına dair bir umut ihtimali olması gerek. İnsanlar -genellikle- kendilerinden maddi ya da statü olarak daha üstün olan karakterlerin kötü kalpli ve mutsuz olmasını, kendileri ile ilişkilendirdikleri karakterlerin de sonunda mutlu olmalarını ister. Yani bir senaryoda bunlar varsa, o dizinin tutma olasılığı daha yüksektir.
Kızılcık Şerbeti, bu saydıklarımın birçoğunu içerse bile vermeye çalıştığı mesajlar itibariyle diğer dizilerden ayrılıyordu. Zamanla diziye ne oldu bilmiyorum ama izlerken “Kendime neden bunu yapıyorum?” diye kendimi sorgulamaya başladım.
Dizideki karakterler hakkında daha önce yazmıştım ama zamanla hepsi başka yöne evrildikleri ve diziye yeni karakterler girdiği için tekrar değerlendirmek isterim.
Görkem karakterinin dahil edilmesi diziye biraz renk getirdi. Anti-sosyal özellikleri olan narsisist, narsisist, borderline ve bağımlı kişilik bozukluğu patolojilerinden oluşan Ünal ailesinin hakkından ancak psikopat bir gelin gelirdi. Yalnız, sezon finalinde dürtüsel davranmak yerine daha soğuk kanlı olabilirdi. Olayı iyice araştırıp, fotoğrafı yok edebilir ya da hakkında birçok farklı yalan üretilebilirdi. Hele Görkem gibi manipülatif bir insan daha akıllıca bir tutum sergileyebilirdi diye düşünüyorum. Ayrıca, finalde sanki 32. kattan aşağı itilmiş de asfalta yapışmış gibi durması pek gerçekçi değildi. Önümüzdeki sezon -hala dizide olursa- muhtemelen sakat kalıp Fatih’i suçlayacak ve boşanmayacaktır diye düşünüyorum. Sonra aslında yürümeye başlayıp bunu saklayabilir ve evdekileri manipüle etmek için sakat numarası yapabilir. Türk dizilerindeki bir klişedir bu. Umarım bu klişeyi kullanmazlar.
Giray karakterine gelecek olursak… Neyse ki senarist gerçek hayatta Giray gibi erkeklerin olmadığı konusunda bizimle hemfikir. Dolayısıyla, durumu eşitlemek için olsa gerek Giray üzerinden diziye psikopat bir karakter daha sokmuş. Yalnız, gizemli bir kadınla konuştuğu sahne sizce de çok zorlama olmamış mı? Tamam kabul ediyorum; Giray’da tam bir psikopat tipi var. Dünyaca ünlü seri katillerin birçoğu da dışarıdan ‘mükemmel erkek’ tablosu çizer. Öte yandan, sezon finalinde klasik bir Türk dizisi sahnesinden çakma Hitchcock filmi sahnesine geçmek bana çok yapay geldi. Doğa kim ki bir holding patronu ona kafayı taksın da oyunlara girişsin? Sonuç olarak, Giray çoklu kişilik bozukluğu çıkarsa daha mantıklı olur diye düşünüyorum.
Kıvılcım karakterinin de yeni sezonda torpil bulmadan bir işe girip çalışmasını ve orada başarı göstermesini umut ediyorum. Kadın girdiği tüm işlere torpille giriyor ve kocasının iş yerine tepeden getirilip yeni düzen kurmaya çalışıyor. Atatürkçülük, medeniyet, kadının bağımsız olması böyle bir şey değil. Ülkede Atatürkçü düşünce tarzına karşı olan insanların karşıtlığını besleyen etkenlerden biri de gardırop Atatürkçülerinin yüzeysel ahkamları. Kusura bakmayın da bence Kıvılcım da tam o insan tipini temsil ediyor. Kardeşinin nişanlısının torpiliyle TV programı yap, kocandan ayrılır ayrılmaz flört ettiğin adamın açtığı dernek işlerinde boy göster, sonra da kocanın iş yerine girip ahkam kes?! İnsan içinde bulunduğu ortamı onaylamayabilir ama o ortamı değiştirme haddini kendinde bulması için kendi yaptığı işler üzerinden söz sahibi olması gerek. Kıvılcım zaman içinde bayağı bayağı erkek üzerinden güç kazanan bir kadın haline geldi. Atatürkçülük, insanın kocasının iş yerindeki ofisine Atatürk resmi asmakla ve konservatif, ataerkil erkeklerle dolu aynı işyerinde atar gider yapmakla olmuyor.
Nursema ve Rüzgar aşkı konusunda fazla yazmayacağım. Rüzgâr gibi bir insan Nursema’ya bakmaz, bakıyorsa da bu durum ya elde etme hırsıdır ya da bir tür fantezisi vardır. Nursema’nın da kendisine ilgi gösteren hemen herkese aşık olmasının arkasında büyük ihtimalle yaşanmamışlıkları var. Yani biri yaşanmamışlıklarından, diğeri ise sınırsızca yaşamaktan dolayı birbirinden hoşlandı. Zıtlıklar birbirini çekebilir ama bu ilişki gerçekçi değil. Oyuncunun diziden ayrılması ile Nursema’nın aşk hayatı nereye evrilir bilmiyorum. Malum, Türk dizilerinde hiçbir kadın kısa süreliğine bile erkeksiz kalamıyor. Aşk ve romantik ilişkiler reyting alıyor diye kadınları ilişkilere bağımlı göstermenin anlamı yok. Zaten toplumumuzda bağımlı ilişkiler oldukça yaygın. Senaryoların bunu pekiştirip normalleştirmekten acilen uzaklaşması gerek düşüncesindeyim.
Devam edecek olursak…
Birbirine sözde çok bağlı olan Arslan kadınlarının karnı burnunda olan Alev’i evde bırakıp tatile veya gezmeye gitmesi oldukça mantıksız. Alev’in Apo’ya her kızdığında Berlin’e gidiyor olması da… ”Alo bu akşam Berlin’e uçak var mı? İlk uçak ne zaman? Tamam ben tek kişilik bilet alıyorum. Sadece gidiş…” cümlesi Yeşilçam filmlerinde ya Ediz Hun ya Hülya Koçyiğit repliğidir. Berlin yerine genelde Paris’e gidilir; fakat buradaki asıl mevzu uçak bileti alma şekli. Sene 2024. Hiçbirimiz öyle bilet almıyoruz. Ayrıca, 8 aylık hamile bir kadın kendisini ve bebeğini düşünmeyip sevgilisine kızdı diye dürtüsel davranıp başka ülkeye gitmeye kalkabilir yani psikopatolojisi müsaitse bu mümkün de kimse onu o halde uçağa almaz. Hani bir doktor raporu falan olsa belki neyse de bu gidiş çok şişirme olmuş.
Finalde herkesin birbirine girdiği kavga sahnesi için ise mega-kaos diyebiliriz. O sahne için gerçekçi değil diyemeyeceğim; çünkü ne yazık ki -üst sosyo-ekonomik grupta bile- aile içinde benzer kavgalar olabiliyor. Sınırsız ilişkiler yaşanabiliyor. Final sahnesinde bayağı bayağı ‘Aşk-ı Memnu‘ final sahnesi kokusu olması dışında izleyiciye beklediği aksiyonu verdi diye düşünüyorum. Yalnız, bana soracak olursanız Aşk-ı Memnu finali kadar akıllarda kalacağını sanmıyorum. En fazla, sosyal medyada caps olarak kullanılmaya devam edebilir.
Dizi süreleri kısaltılmalı
Türk dizilerinin çoğu üzerinde düşünmeyi gerektirmediği için kafa dağıtmak adına oldukça iyi bir araç. İnsan dizi izlerken başkalarının dramasına daldığı için kendi hayatından uzaklaşıyor. Onları ve onların ilişkilerini analiz ediyor. Bastırdığı öfkesini dizilerdeki karakterlere yönelttiği için rahatlıyor. Kendini kurban olarak görüyorsa, dizilerdeki mağdurların ödüllendirilmesini umut ediyor. Böylece, özellikle de sınırsız ilişkilerin olduğu bol aksiyonlu ve dram dolu diziler bağımlılık yaratıyor.
Gönül isterdi ki bize gülümsemeyi hatırlatacak ya da gerçekten sosyal mesajlar içeren diziler yapılsın. Gerçi içinde bulunduğumuz konjonktürde bizleri tam olarak ne gülümsetebilir ya da kim sosyal mesajlar içeren senaryolar yazmaya cesaret edebilir bilmiyorum. Yazılsa bile reyting alır mı ondan da şüpheliyim. Yalnız üç saatlik dizi sürelerinin kısaltılmasıyla ortaya daha mantıklı senaryoların çıkartacağı gerçeğini atlamayalım. Senaristlerin düşünecek zamanı olmadığı ve reyting kaygısı olduğu için iyi işler bile zamanla bozuluyor. Dolayısıyla, oyuncuları ya da senaristleri eleştirmekten çok dizi sürelerinin uzatılmasını eleştirmek gerek.
Alım gücünün yere yapıştığı bir dönemden geçiyoruz ve insanımızın neredeyse tek eğlencesi evde oturup dizi izlemek oldu. Dizi senaryolarının baştan sona olmasa da ara ara gülümsetmesi, düşündürmesi ve en önemlisi yozlaşmaya çanak tutmak yerine, yozlaşmanın önüne geçmeye çalışması daha anlamlı olur. Bunun için de senaristlerin daha ince düşünerek yazması oldukça kritik ama her hafta üç saatlik dizi yaparken bu pek mümkün olamaz. Özetle, bu düzenin değişmesi dolaylı yoldan da olsa toplumsal değişim adına önemli.