
Dr. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Günlerdir Filistin ile İsrail arasında süren ‘insanlık adına büyük utanç’ olarak tanımlanabilecek savaşa şahit oluyoruz. Her toplumsal trajedide olduğu gibi birçok insan sosyal medyada yürekleri acıtan fotoğraflar paylaşıyor.
Peki ne olacak?
Bir süre sonra yaşanan bu trajediyi, insanlık ayıbını görmezden gelmeye başlayıp unutacağız. Biz toplum olarak dünya genelinde veya yurt içinde meydana gelen hemen her trajedide bir anda kendimizi acıya boğuyor, daha sonra da bu acıyı taşıyamayıp yok saymayı seçiyoruz. Haliyle kimseye yeterli fayda sağlayamıyoruz.
Kimseye faydası yok!
Örneğin 6 Şubat depreminde enkaz altında kalan kızının elini tutarak günlerce bekleyen babanın fotoğrafı hem medyada hem sosyal medyada sık sık paylaşıldı. Çoğu insan tüm gün ekran başında gözyaşları içinde enkazdan kim çıkacak kim çıkamayacak diye bekledi. Bilmem ne kadar farkındasınız ama şu an yaşadığımız o büyük felaketten neredeyse hiç bahsedilmiyor. O dönem, deprem bölgesinde olmayanlar dakika dakika bölgeyi takip ederek kendilerini ikincil travmaya maruz bıraktıkları için sonunda duygusal olarak tükendiler. Sonuç olarak da şu an deprem hakkında konuşan ya da bölgeye destek götüren kişi sayısı kıyasla az. Dolayısıyla, insanın kendisini acıya boğması, kendi işlevselliğine zarar verdiğinden başkalarına destek olabilmesini de olumsuz yönde etkiliyor.
İnsanın kendisine ekstradan acı çektirmesi ve çektiği acıyı etrafına göstermesi, duyarlı olduğunun kanıtı değil. Sosyal medyada sık sık kanlar içindeki çocuk fotoğraflarına bakmak, kendini travmaya maruz bırakmanın ötesine geçmez.
Tabii ki insanlık adına trajik bu süreçte empati kurup savaşa doğrudan maruz kalan insanlar için üzülmek doğal. Yalnız, kanlı fotoğraflar paylaşarak ya da o fotoğraflara bakarak kimseye yardım edemeyiz. Aksine, bir süre sonra duygusal olarak tükenip istemeden de olsa görmezden gelmeyi veya unutmayı seçebiliriz. Ve bu tutumla ne ülkede ne de dünyada olumlu yönde herhangi bir değişim sağlayabiliriz.
Biz sıradan vatandaşlar olarak İsrail-Filistin arasındaki savaşın son bulmasını -ne yazık ki- sağlayamayız. Öte taraftan, orada yaşanan vahşete tepkimizi gösterebiliriz. Yasal sınırlar içinde olmak koşuluyla hedefe yönelik akılcı eylemler ya da protestolar savaşı sonlandırmasa bile şiddetini azaltabilir. Bununla beraber oldukça acı ama tüm çabalarımızın sonuç vermeme ihtimali de var.
İnsanlık, yani insan türü biraz daha gelişim gösterirse belki savaşlar azalabilir ya da en azından bu kadar şiddetli olmaz. Yalnız, ülkelerin başında psikopatolojisi tehlikeli liderler olduğu sürece, psikopatolojinin ülkelerin ve toplumların kaderini belirlemesi de kaçınılmaz olacak gibi gözüküyor.
Savaşma isteği bir psikopatoloji mi?
‘Savaşmak insanın doğasında mı var, yoksa psikopatolojinin bir ürünü mü?’ sorusunun cevabı henüz net değil. Antropoloji, evrimsel psikoloji, genetik, biyoloji, psikopatoloji gibi birçok farklı alanın uzmanları bu konu üzerinde senelerdir çalışıyor ve çeşitli teoriler üretiyor. Dolayısıyla, birbirinden farklı birçok görüş var.
İnsanın yaradılışında savunma amacı dışında da savaşmanın var olduğu görüşü uzmanlar arasında epey yaygın. İnsanın ait olduğu topluluğun çıkarları için başka bir topluluğa saldırması, neredeyse insanlık tarihi kadar eski.
Öte taraftan, ‘İnsanın doğasında olan kaçınılmazdır ve makul görülmelidir’ diyemeyiz. Nasıl insanlık yüzyıllar içinde evrim geçirdiyse ve biz şu an hepimiz iki ayağımız üzerinde yürüyüp mağarada yaşamıyorsak savunma amacı dışındaki savaşma güdümüzü de geliştirip günümüze adapte edebiliriz ki aslında bunun halihazırda bir yöntemi zaten var.
Bilimsel araştırmalara göre spor müsabakaları, yani bir takım tutmak ve maç izlemek insanın savaşma güdüsünü tatmin ediyor. Savaşma motivasyonunun altında bir toplumun diğer bir toplum üzerinde hakimiyet kurma isteği, güç ve para kazanma arzusu yattığı göz önünde bulundurulursa spor müsabakalarının insanın içindeki savaşma isteğini kısmen de olsa karşılaması mantıklı. Yalnız, iç ve dış politika spor müsabakaları üzerinden yönetilmediği ve tabii bazı liderlerin kendi narsisizmleri ‘ülkenin çıkarları’ kılıfında kaostan beslendiği için dünyada binlerce insanın ölümüne sebep olan savaşlar halen devam ediyor.
Yani liderlerin psikopatolojisi, ülkelerin iç ve dış siyasetini doğrudan etkileyebilir. Özellikle dark triad ya da dark tetrad kişilik örüntüsüne sahip bir lider gözünü kırpmadan insanların katledilmesine göz yumabilir.
Dark triad liderlerle ilgili daha önce ‘Karanlık Üçlü: Narsisizm, Makyavelizm ve Psikopati‘ başlıklı bir yazı yazmıştım ve o yazıda liderlerin psikopatolojisinin bir ülkenin kaderini nasıl belirleyebileceğini ele almıştım. Liderlerin gelişmiş manipülasyon becerileri sayesinde insanları istediği gibi yönlendirdiğinden de bahsetmiştim. Burada, maruz kalınan manipülasyonun etkilerinin yanısıra bir insanın öleceğini bile bile savunma amacı olmaksızın bir savaşa dahil olma motivasyonu da söz konusu. Dolayısıyla, dark triad ya da dark tetrad liderler, insanın içindeki savaşma isteğini manipüle ederek eyleme geçiriyor demek daha doğru olur.
İnsan neden savaşmak ister?
Bilimsel araştırmalara göre savaşlar insanların günlük hayatlarında ortaya çıkartamadığı bazı duygu ve becerilerini ortaya çıkarmasına imkan sağlıyor. Disiplin, cesaret, adanmışlık ve fedakârlık bunlardan bazıları.
İnsan bir savaş içindeyken hayatta kalma güdüsüyle daha canlı, daha dikkatli ve daha enerjik olabiliyor. Ayrıca, savaşlar insana bir gruba ait olma duygusu hissettirirken hayatına bir anlam katıyor.
Yalnız, bir insan bir gruba dahil olduğu zaman başka bir grubun da dışında kalmış oluyor. Savaşta grup kimliğinin baskın hale gelmesiyle birlikte insani değerler grup dışında kalanlar için geçerliliğini yitirebiliyor. Yani empati köreliyor ve şiddet eğilimi artıyor. Böylece, bir insan bir diğerini gözünü kırpmadan öldürebiliyor.
Bir gruba dahil olmanın daha doğrusu grup kimliğinin daha baskın hale gelmesinin bir insanı nasıl değiştirebileceğine ve şiddet gösterme eğiliminin artabileceğine, Adnan Oktar kültüyle ilgili yazdığım ‘Gizli Tehlike: Kültler‘ başlıklı yazıda değinmiştim. İnsanın anlamlı bulduğu bir amaç uğruna bir gruba dahil olmasının olumlu etkileri olabilir; buna karşılık grubun liderinin ve diğer grup üyelerinin hezeyanlarını paylaşıp hayatını bir hiç uğruna harcayıp çevresine zarar da verebilir. Bunu da aklımızda bulunduralım.
Savaşın psikolojik sonuçları
Savaşların sebep olduğu can ve mal kayıplarının yanısıra psikolojik etkilerinin de faturası hayli ağır. İnsanın yakınlarını kaybetmesi, yaralanması, kalıcı sağlık sorunları yaşaması, evinden barkından olması gibi birçok etken post travmatik stres bozukluğu, depresyon ve kaygı bozuklukları başta olmak üzere birçok psikolojik probleme sebep olabiliyor. Ve genelde savaşların travmatik etkileri nesilden nesile aktarılıyor. Böylece, en ufak bir tetiklenmeyle savaşma motivasyonu artabiliyor.
Bazı liderler, halkın tetiklenmesi, yani savaş motivasyonunun artması için hangi tuşlara basacağını iyi bilir. Böylece, kendi halkını göz göre göre şiddet göstermeye ya da şiddete maruz kalmaya itebilir. Şiddet dendiği zaman akla her ne kadar fiziksel şiddet gelse bile şiddet psikolojik de olabilir. Sosyal medya üzerinden gösterilen şiddet psikolojik şiddet olarak tanımlanabilir ve diğer tüm şiddet türleri gibi travmatik etkileri vardır. Yalnız, gösterilen her şiddetin altında insanın doğasında olan savaşma isteği yoktur. Şiddet göstermek, zorbalık yapmak psikopatolojinin bir ürünüdür. Gelişmiş, medeni, ruh sağlığı yerinde insanlar konuşarak anlaşmaya çalışır. Anlaşamıyorsa da şiddet içermeyen başka bir yöntem geliştirir. İnsan stratejik düşünebilen ve davranabilen bir canlıdır.
Sonuç olarak bizler hayatı savaş meydanlarında geçmiş bir komutan olmasına rağmen, “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” diyebilen bir liderin kurduğu cumhuriyetin evlatları olduğumuz için gerçekten şanslıyız. Umarım ne kadar şanslı olduğumuzu her birimiz -fazla gecikmeden- daha iyi fark ederiz.
Sonsuza kadar ‘Yurtta Sulh! Cihanda Sulh!‘un sağlanması dileğiyle…