MURAT SEVİNÇ
Hayli zamandır, çok popüler bir jeolog ve bir tarihçinin muhtelif konulardaki konuşmaları ve ikilinin zaman zaman birlikte sergilediği temaşa bağlamında gündeme gelen ‘elitizm’, son günlerde, bir dizi sahnesinde ev sahibi kadının evine misafir gelen yoksul semt kız çocuğuna söyledikleri nedeniyle gündem oldu.
Sosyal medyada bazı söz ve görüntülerin diğerlerinden fazla dikkat çekip düşünceyi/sözü tahrik etmesi, o konuların kaşıdığı, henüz kabuk bağlamamış ve muhtemelen bağlamayacak yaralar olduğunu da gösteriyor. Üç-dört dakikalık dizi sahnesindeki diyalogun (daha ziyade monolog) kötülüğü, basmakalıplığı ve Türkiye’nin yeni zenginlerinden habersiz görünen senaristin diplomat ailelerini (ve hatta eğitimli burjuvaziyi) hiç tanımaması gibi marazları bir yana bırakırsak, ev sahibi varlıklı kadın ile iyi hayat hayalleri kuran yoksul kız çocuğu sahnesinin, kapitalizm tarihinin sınıfsal geçişkenlik ‘masalı’ hakkında bir fikir verdiğini söylemek mümkün.
Kullanışlı bir konu elitizm, dolayısıyla kullananı çok. Türkiye’de elitizm tartışması hep vardı, ancak son çeyrek yüzyılda konuyu gündemde tutan ve amaçları doğrultusunda yararlananlar, daha çok iktidar sahipleri ve çevresi. ‘Seçkin’ olanın değeri ile ‘seçkincilik’ ve ikincisinin otoriterliğe (hatta faşizme) katkısı arasındaki ayrımları, nüansları görmezden gelen bir tutumla. Kitleleri etkilemenin bir yolu, herhangi bir konuyu sığlaştırıp inceliklerin görünmez hale gelmesini sağlamak. Düşünce ve söz sığlaştırıldığı ölçüde yaygınlaşabiliyor. Yığınlara hitap etmek için gerekli bir basitleştirmeden değil, sığlaşmaktan söz ediyorum.
İktidar çevresindeki çıkarcı halenin yaptığı bu. Elitizmden/seçkincilikten şikâyetlerinin bütünüyle yersiz olduğunu düşünmüyorum kuşkusuz. ‘Ayaklar baş oldu‘ ifadesiyle özetlenebilecek bir ayrımcılık ve sınıfsal edepsizlik bu ülkede görülmemiş şey değil. Ancak artık büyük ölçüde ‘di’li geçmiş zaman’ sayılır. O mütedeyyin mahalle değişeli, dönüşeli, Allah’ın hikmetiyle kısa sürede servet sahibi olanlar yüksek duvarlar arkasına taşınalı ve muhatabına büyük zevkle eziyet etmeye başlayalı çok oldu. Şimdiki elitizm ithamları büyük ölçüde eski alışkanlıklarından ve ülkede elde kalan ne kadar değer varsa tümünü ele geçirme, elde edemediğini yok etme hevesini meşrulaştırma isteğinden kaynaklanıyor. Bir ‘mağduriyet bağımlılığı’ söz konusu dincilerde. En güncel ve utanç verici örnek, Boğaziçi’nin fethi için yapılanlar.
Hal böyleyken, elitizm suçlaması, nicedir, kendinden olmayan kim var kim yok boyun eğdirme ve ezme saplantısının trajik biçimde temellendirilmesinden ibaret. Acıklı bir hal, ancak farkında olduklarını sanmıyorum. Ya da farkında oldukları için bu denli hırçın ve pervasızlar!
Kamusal aydın denildiğinde ilk akla gelenlerden ve elitizm polemikleri için bol malzeme sunan iki akademik popstarın, uzmanlık alanlarında parlak birer ‘elit’ akademisyen olduklarına da topluma bakışları açısından ‘elitist’ olduklarına da kuşku yok. Birilerini bazen tek başlarına, bazen ikili olarak, küçük görüyorlar. Jeologu bilmem, tarihçi yıllar öncesinde de aynıydı. Kendilerine öfkeleneler, tepki gösterenler tarafından kibirli olmakla itham ediliyorlar ki pek yersiz bir tespit sayılmaz…
Buna mukabil, belli başlı isimler çevresinde dönen elitizm tartışmasındaki asıl sorunun söz konusu entelektüellerin sır olmayan kibirlerinden çok, toplum üzerinde etkili, sözü dinlenen, ciddiye alınan bu insanların sarf ettikleri sözün, konuşmaya ve susmaya karar verdikleri konuların içeriği olduğu kanısındayım. Kamuoyuyla kurdukları ilişki bakımından kritik olan, ne ölçüde sosyal/siyasal sorumluluk kaygısıyla hareket ettikleri ve ‘iktidarlar’ ile aralarındaki mesafe.
Kamusal entelektüel/aydın sıfatını taşıyan, bunu her söz ve davranışıyla talep edenlerin neyi nasıl söylediği yalnızca onları değil, herkesi, kamuyu ilgilendirir. Türkiye’deki en ‘popüler’ ve ‘sevilen’ kamusal yüzler, genellikle ortalamaya hitap eden bir yol tutturur, ciddi/riskli konulara ya hiç girmez ya da girdiğinde, yine çoğunluğun gönlünü hoş eder. O gönülden muktedirlerin gönlüne giden bir yol vardır. Hani her yıl, birileri ‘en güven duyulan isimler’ listesi yayınlar ya, işte oradakilerin ve onların entelektüel-akademik versiyonlarının marifeti budur.
Kendi küçük dünyamızdan bir örnek vereyim; hemen her konuda söz söylemeye meraklı şöhretli tarihçimiz, yedi yıldır, ihraç edilen akademisyenler (içinde öğrencileri, meslektaşları ve kurumdaşları olan) hakkında bir cümle dahi kurmadı, kurmayacak da. Cumhuriyet’in en büyük akademik tasfiyesi hiç olmamış, işitmemiş gibi davranmaya devam edecek.
Ezcümle, konu yalnızca apolitik bir kibir, elitizm vs. değil, daha ziyade içerik. Politik bir içerik. Kamuya seslenen ve bolca gevezelik eden insanların, güç ilişkilerini gözetmekte sergilediği seçici hassasiyet dikkate değer. Zamanında, Radikal’de, şu sıralar bir kez daha yalan yanlış ifadeleriyle gündem olan yer bilimciyi eleştiren bir yazı kaleme almıştım. Malum, 12 Eylül ve Kenan Evren sempatizanı bir ‘aydın’ ve bir tarihte Kürt köylüsüne yedirilen ‘insan dışkısı’ konusuna, fıtratı gereği ‘bilimsel açıdan’ yaklaşıp dışkının sağlığa zararlı olmadığını dile getirmişti. Sizce bu faşistçe ifadeleri, örneğin Almanya’da, Nazi’lerin Yahudileri yok ederken başvurdukları ‘bilimsel araç ve yöntemler’ için sarf eder mi? Özellikle solcu ve Kürt antipatilerini her fırsatta dışavurmaları da boşuna değil kuşkusuz. Bu durumu nasıl, hangi terimlerle ele alacağız, elit, elitist… yetiyor mu?
Yazının sonuna geldiğim için akademi faslına yalnızca değinip başka bir güne bırakayım.
Akademide ‘iyi aile’, ‘iyi lise’ gibi niteliklerle ilgilenen hocalar olurdu. İyi aileden kasıt ‘eğitimli’ bir geçmiş. Bu geçmiş, aynı zamanda biraz rahat ettirecek maddi koşullara sahip olunduğunu da gösterir. Nihayetinde geliriniz belli, eskiden projeci akademisyenlik filan da yoktu, maaşla yaşayabilmeniz için gerekli koşullara sahip misiniz değil misiniz, merak edilirdi. İkincisi, mezun olunan lise konusu. Kimi hocaların liseyi sorup eğer aldığı yanıt beklentisini karşılamazsa ikinci cümleyi kurmadığını hatırlarım. Üstelik adı solcuya (sosyalist değil) çıkmışlardan söz ediyorum. Bir yandan elitist ve çok ayrımcı bir tutumdur bu; diğer yandan, hangi liseden mezun olunduğu belli açılardan önemlidir. Nedir önemi, akademide neye bakılıyordu, bakılmalıydı, kaygılar neydi, ne olmalıydı, nerede çuvallandı, şu projecilik ve devlet-vakıf ayrımı konuları vs. diğer yazılara kalsın.
Akademisyenin, yazar çizerin kibri, elitizmi dert edilmeli mi? Kişisel olarak, zaman zaman kamuoyunun sinirini bozan sözler sarf eden ‘her görüşten’ entelektüelin varlığını önemsiyorum. Giderek çöle dönüşen Türkiye’de sinir bozan ya da bozmayan insanların sayısı artsa, kötü olmaz. Kibir, küstahlık şu bu… Rahatsız edici olduğu doğru, ancak sosyal medyada kalabalık takipçili insanların, sokakta çoluk çocuğun birbirine “a… k…” diyerek hitap ettiği bu devirde, sevilen ya da sevilmeyen, can sıkan ya da sıkmayan, rahatsız eden ya da etmeyen bir avuç okumuş içinden birilerinin burnundan kıl aldırmayışını, zaman zaman trajikleşen kibirlerini büyütmeyi gerekli bulmuyorum.
Doğrusu, özgül nitelikleri gereğince diğer kamu kurumlarıyla karşılaştırılmaması gereken akademinin kibirlisine de huysuzuna ve uyumsuzuna da işini iyi yaptığı sürece anlayış göstermekte yarar var. Farklılık iyidir, hoştur. Huysuzluk, uyumsuzluk, şişkin ego gibi olgu ve durumların arkasına gizlenip müesses nizam dalkavukluğu yapılmadığı ve iyi eğitim şansı bulamamış insanları mütemadiyen küçük görürken muktedirler karşısında sevimlilik maskesi takılmadığı sürece.
Yazı önerisi: Sevgili Selçuk Kozağaçlı’nın, ‘Kaybolmaya yüz tutan geleneksel bir zanaat: Anayasacılık‘, başlıklı yazısını üşenmeyip okumanızı öneririm.