
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Sinema
insanatinart@gmail.com
Yine bir 8 Mart.
Yine onlarca söylev verilecek.
Kadın haklarından, kadının toplumdaki yerinden, iş hayatındaki cam tavanlardan, kadın cinayetlerinden…
Benim o kadar büyük cümlelerim yok. Fakat bir filmden bahsetmek istiyorum. ‘The Hours‘.

Kadroda kimler yok ki. Nicole Kidman başlangıç…
Film Pulitzer ödüllü bir romandan uyarlama… Virginia Woolf’un unutulmaz Mrs Dalloway romanından yola çıkan kitap 1941, 1951, 2001 yıllarından üç kadının hayatında bir günü anlatıyor. Her biri çiçeklerini kendi alan kadınlar…
‘”Mrs Dalloway o gün çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.“
Romanın akılda ve yürekte kalan cümlelerinden biridir…
Dışarıdan bakanların hayatlarının harika olduğunu düşündükleri üç kadın, kendi sınırlarına sıkışmış bir biçimde, toplumun kendilerine biçtiği rollerin ötesinde bir yaşam aramaktadır.
Biri intihar eder, biri terk eder, biri hayatını dönüştürür.
Ortak ahlak dikenli tellerini kadınların çevresine örer. Erkekler adeta muaftır hayattan…
Ancak günümüz kültürü, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü bir çiçek ve pırlanta gününe dönüştürmüş durumda. Daha da vahimi, çok az kimsenin buna itirazı var.
Ne kadın cinayetleri ne de iş hayatının cam tavanları, yalnızca adli problemler ya da insan kaynakları etiği ile ilgili!
Kültürlerin ve geleneklerin dünyanın her yerinde kadınların boynuna geçirdiği ilmeklerden birkaçı yalnızca…
Bir kadının başarısının ‘erkek dünyasında var olmak’ tümcesiyle tanımlandığı bu dünyada paradigmalar değişmeden kadınların kaderi değişebilir mi?
‘The Hours’ zor bir film. Usta işi bir senaryo ve paralel kurgu ile karşımıza çıkan yapıt, sıkıcı olma tuzağına düşmeden üç kadının saatlere sıkışan hayatlarını ve dönüşümleri gerçek bir sinema tadıyla izleyene yansıtıyor.
Woolf 1930’ların İngiltere’sinde bunalırken, 1950’lerin Amerika’sı da daha farklı koşullar sunmamaktadır kadına… İncelikle işlenmiş bir şekilde filmin 50’lerdeki kadın kahramanı karar vermek için kendine ait bir odaya ihtiyaç duyar ve bir otel odasında verir kararını.
Filmin 2001 yılındaki karakteri, Meryl Streep ise Mrs Dalloway gibi bir parti düzenleyecektir. İçerdeki fırtınaları bastıran sessizliğin görünmesini engelleyecek bir partidir bu… Parti düzenleyeceği eski sevgilisinin kim olduğu ise filmin sürprizi olsun.
‘The Hours‘ filminde her biri bir hayatın içinde olmakla birlikte, gerçekten istedikleri hayatın dışında olan üç kadın var. Filmi izlerken, kadın ya da erkek, biz ne kadar kendi ezberlerimizin dışına çıkabiliyoruz? Asıl mesele buradan başlıyor belki…
Filmdeki erkek karakter, Ed Harris’in ilginç bir cümlesi var. Ölümü ‘kalanların hayata daha çok değer vermesi için bir fırsat’ olarak tanımlıyor.
Kadın ya da erkek demeden “İnsan” diyebilmek de böyle bir fırsat olabilir mi?
Mars’a araç indirmiş bir insanlık, halen kadın haklarından bahsediyorsa… Fazla cümleye gerek yok. Yıl 2021 ve insanlık henüz uygarlaşamamış.
Virginia Woolf kadınların eşitliği ve Victorian yaşama tarzına karşı savaşını 1930’Larda verirken, Latife Hanım 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisi’nin kapısından içeri giriyordu…
‘The Hours‘ filmi yavaş ancak etkili görüntülerle kadınların saydam duvarlarından iç dünyalarına bir yolculuk yaptırıyor izleyenlere.
Kadın haklarından bahsediyor olmanın utancı, bugünün insanlığında kara bir lekedir.
Yeter ki bir gün bu ifadenin yerini ‘insan hakları’yla değiştirebilecek aşamaya gelelim; merak etmeyin, kadınlar çiçeklerini kendileri alırlar.