
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
İki hafta kadar önce şöyle bir konuşulup geçildi Erzincan Valisi’nin, orijinalinin Alparslan Türkeş’e ait olduğu kabul edilen şu sözleri; “Bu millet bir mermerdir, mozaik değildir.”
Anne tarafım üç kuşak önce Erzincan-Eğin’den göç ettiği için kulaklarım dikildi valinin sözlerine. Söylev meraklısı Sayın Vali, belli ki merak etmemiş Erzincan’ın tarihini, belki de neyle karşılaşacağını üç aşağı beş yukarı bildiği için merak etmekten imtina etti; bu tip ezber bozucu meraklardan kaçınmak bizde milli spordur malum. Mesele şu ki, Vali Bey biraz geri gitse, bugün Kemâliye olarak bilinen Eğin’in, Ermenicede ‘su kaynağı‘ anlamına gelen ‘akn/agn’ sözcüğünden -belki de Eğin, Fırat’a baktığı için- geldiğini, ilçenin yüz yıllarca Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı bir Ermeni halkı olan Hayhurumlara (Türkçesiyle Rum Ermenileri) ev sahipliği yaptığını bulacaktı. Raymond Kevorkyan’a göre 1915 yılında hâlâ Eğin’de bulunan Ermeniler’den kadın, yaşlı ve 16 yaşından küçük çocuk olan 13 bin kişi Malatya’ya doğru sürülürken, dini liderler, yetişkin erkekler ve 16 yaşından büyük çocuklar, 1-7 Haziran 1915 tarihleri arası Fırat nehrinde boğdurulmuş. Hayhurumlardan sağ kalanlar da Rum kilisesine bağlı oldukları için 1923’te mübadeleye dahil edilip, Yunanistan’a gönderilmişler. Bugün hâlâ Yunanistan’da Eğinlilere rastlayabiliyoruz. Yani, tam Bandista’nın vaktinde söylediği gibi, “mozaikten haz etmez de, mermer bile Yunanca.”
Bu hikayenin başlıktaki Kadıköy’le ne alakası var? Yazılarımı daha evvel okuduysanız fark etmişsinizdir, ben lafı getirirken biraz manzaralı yollardan gezdirmeyi seviyorum, lafın ufku açılıyormuş sadede varana kadar gibi geliyor bana. Kadıköy’e Eğin’den dolaştırarak getirmemin sebebi de budur, zira Eğin’den çıkıp, yüz yılda Kadıköy’e varan tek benim ailem değil, memleketimizin kötü huylarının bir kısmı da gelmiş gözüküyor.
Geçen hafta görmüşsünüzdür mutlaka, Kadıköy’de birtakım acayip olaylar oldu. Bir grup, Caferağa’nın hemen girişindeki Surp Takavor Ermeni Kilisesinin kapısına tırmanıp, Erik Dalı şarkısı eşliğinde danslar ettiler. Bu Surp Takavor’un başına gelen ilk olay değildi kuşkusuz; 2018 yılında kilisenin karşı duvarına ‘Bu Vatan Bizim‘ yazılıp, Erzurumlu imzası atılmış, kilisenin kapısına da çöp dökülmüştü (Erzurum’un mozaikli tarihini anlatmayı Erzurumlulara bırakayım, ama merak eden varsa Aris Nalcı’nın Erzurum’daki Ermenilerin tarihiyle ilgili bir yazısına kolaylıkla ulaşabilir). İçişleri Bakanımız o zaman da ‘gerekenin yapılacağını‘ söylemişti, herhalde yapıldı ki, üç sene sonra arsızlığın dozunu arttırarak geldiler kilisenin kapısına.
Kadıköy’deki olayı yalnızca azınlıklara yapılan tacizle özetlemek doğru olmaz, zira senelerdir dozu artarak sürekli bir şeyler oluyor semtte. Farklı yaşam tarzlarına tahammülsüzlükle, rant hırsının kavşak noktasında konuşlanmış sağcı çakallığının, Kadıköy’deki mozaiği kaldırıp, mermer döşeme tutkusunun tarihi, AKP’den de eskidir. İlk gençliğimin en ucuz bira ve kır pidesi kokulu zamanlarının geçtiği Akmar Pasajı’ndan misal vereyim; Akmar’ın zırt pırt polis baskınına uğraması 1990’larda adettendi. O zamanlar, Türkiye’nin heavy metal alt kültürünün kalbinin attığı Akmar’dan siyah tişörtlü, uzun saçlı metalcileri polis marifetiyle atma fikri, yalnızca muhafazakarlıktan değil, bir kapısı Mühürdar’a öbür kapısı Rıhtım’a komşu pasaja çökme planlarından kaynaklandığını sıklıkla duyardık. Sonra, 1990’ların sonunda başlatılan satanist cadı avında, pasajın ruhunun da dibine kibrit suyu ekildi. Pasaja çökülemedi, ama Kadıköy’ün rantla olan ilişkisi artarak sürdü, AKP döneminde de şahikasına vardı.
AKP dönemindeki Kadıköy, ilginç bir sosyolojik vaka olarak değerlendirilebilir. İslamcı hükümetin, özellikle 2013 sonrasında seküler yaşam tarzlarına açıktan savaş açmasıyla Kadıköy, geçmişte şehrin farklı yerlerine dağılmış İstanbul gençliği için bir sığınağa dönüştü. İstanbul gençliği derken, seküler-muhafazakar gibi ayrımlara girmiyorum, zira Kadıköy’ün muhafazakar ailelerden gelen gençler için de bir nefes alma mekânı olduğuna orada yaşamış herkes gibi ben de defalarca şahit oldum.
İstanbul sıradan bir şehir değil, aksine dünyanın en özel şehirlerinden biri. Arkasında binlerce yıllık çok kültürlülük mirası olan, Türkiye olduğu kadar, Roma, Bizans ve Osmanlı da olan; Türk olduğu kadar Rum, Ermeni, Yahudi de olan bir şehir. Son yüzyıldır süregiden tek tipleştirme, Türkleştirme, İslamlaştırma politikaları; Türkiye’nin başka şehirlerinde olduğu gibi İstanbul’un da geleneklerinden çok şey aldı götürdü, ancak İstanbul’a özgü bazı şeyleri hâlâ yok edemedi. Diğer taraftan İstanbul geleneklerine yapılan saldırılar, hep sosyal travmalara, kimlik bunalımlarına ve köksüzlüğe neden oldu (Bu konuya temas eden bir eser olarak Yani Vlastos’un İstos Yayınlarından çıkan ‘Baba konuşabilir miyim?‘ kitabını hararetle tavsiye ediyorum). Bir yandan şehrin kadim halkları gönderilirken, yerine gelenlerin içine dahil olabilecekleri bir kültürün var edilememesi, İstanbul’un farklı hemşehri kantonluklarına bölünmesine yol açtı. Menderes döneminden itibaren pompalanan göç, kültürel ve sınıfsal fay hatlarını ortaya çıkardı İstanbul’da. Eski İstanbulluların yenileri kabul etmediği, yenilerin İstanbul’u benimseyemediği bir durum geldi meydana.
Tahammülsüz ve nobran İslamcılığına, iktidara tutunabilmek adına son yıllarda faşizan bir milliyetçilik ekleyen AKP’nin yaptıkları, mozaiği mermerleştirme tarihinde bile ayrı bir parantezi hak ediyor. 1994’te Tayyip Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına taşıyan, politize olmaya başlayan bu fay hatlarını kendi lehine örgütleme başarısıydı. AKP döneminde bu pratik bütün Türkiye’ye yayıldı. Yirmi yıllık iktidarın, kültürel ve sınıfsal gerilimleri sömürdüğünü ayrıca anlatmaya herhalde gerek yok, tabii ortaya çıkardığı toplumsal bunalımları da.
Kadıköy, bu bunalımların küçük ama önemli bir örneği. Özellikle Beyoğlu’nun eğlence ve kültür merkezi vasfını tamamen yitirmesiyle alternatifi kalmayan, bu nedenle koca şehrin yüzyıllara dayanan sosyal hayat kültürünü tek başına omuzlamaya çalışan semtin, bu yükü taşımakta ne kadar zorlandığını İstanbul’u biraz tanıyan herkes biliyor. Son yıllarda Beşiktaş da aynı talebe cevap vermek için epeyce dönüşmek zorunda kaldı, ancak Kadıköy’ün yükünü hafifletmeye yetmedi. Akşamları ve hafta sonları şehrin genç nüfusunun ‘Kavimler Göçü’ gibi toplu hâlde Kadıköy’e gelişi, nüfusu 20-30 bin olan bir şehirde sıkıntı yaratmazdı ama 15 milyonluk dev İstanbul’da yaratıyor. İçkili eğlence mekanını geçtim, doğru düzgün tiyatrosu, sineması, kitapçısı olmayan; AKP’nin millet kıraathanesi projesinde cisimleşen, tuzsuz ekmek lezzetindeki gri muhafazakarlıktan başka sunacağı bir şey kalmamış ilçelerin gençliğini de taşımak zorunda bugün Kadıköy. Kadıköylülerin son olaylarda ‘bunlar Kadıköylü değil‘ serzenişlerini yaratan da bu. Son zamanda Kadıköy gece hayatındaki demografik değişim, ‘bindirilmiş kıtalar’dan ziyade, bu durumdan kaynaklı da olabilir, her ne kadar AKP’nin Kadıköy’ü ele geçirip, dönüştürme projelerinin polisiye tedbirlerle zorlandığını görmezden gelmek mümkün değilse de. Siyasi bir proje ve o siyasi projenin meydana getirdiği toplumsal kırılmalar, Kadıköy’ün mevcut krizinde farklı hatlardan eş zamanlı ama bağlantısız olarak da ilerliyor olabilir.
Kadıköy’ün bugün yaşadığı travmayı, siyaset dışı okumak ise mümkün değil. Zira, İstanbul’un genel dönüşümü de, Kadıköy’ün kendi sıkıntıları da, pek çok yerden maruz kaldığımız ara rejimin toplumsal tahayyüllerine bağlanıyor. Geçtiğimiz yıl yabancı basına Başakşehir kulübünün şampiyonluğu dolayısıyla epeyce mülakat verdim. Bu mülakatlarda hep bahsettiğim şey, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’u (ve Türkiye’yi) kendi hasletince dönüştürme tutkusunun belli bir kalıbı takip ettiğiydi. Erdoğan, düşman algıladığı seküler Türkiye’nin farklı öğelerini önce ele geçirmeye çalışıyor, eğer direnişle karşılaşırsa bir alternatifini yaratıp, yerine geçirmek istiyor, o da olmazsa içini boşaltıp yok ediyor. Belediye başkanlığı sırasında, Taksim’e cami projesiyle başlayan tartışmada o zamanki siyasi iradeyi kendi tarafına bükemeyince, seküler İstanbul’a alternatif olarak Başakşehir semtini yaratmıştı sıfırdan (Yıllar sonra Başakşehir kulübü de ‘Gezici’ İstanbul takımlarına karşı benzer bir refleksle yaratıldı). İstanbul’un odak noktası Başakşehir’e kaymayınca da seküler İstanbul’un merkezi Beyoğlu’nu yok etmeye girişti. Gezi dışında başarılı da oldu, Gezi’nin onun için bu kadar unutulmaz bir yenilgi olmasının nedeni, kafasındaki hegemonik projenin o nihai etabının kayaya çarpmış olması. Aynı kalıbı, bugün Kanal İstanbul’da da gözlemlemek mümkün. Bir nevi, ‘ya benimsin ya kara toprağın‘ mantığı. Kara toprağın üzerine, genelde mermerden bir lahit oturtulması ise analojinin cilvesi.
Kadıköy’ün mevcut krizi, müsilajı hortumla çekmek gibi palyatif çözümlerle halledilecek bir iş değil. İstanbul’un tıkanan nefes kanallarının açılması, kentin kendi kimliğini, dışlayıcı olmayacak şekilde yeniden yaratması gerekiyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu yolda ufak tefek hamleleri var, ama kendisinin Trabzonluluğu İstanbulluluğuyla yarışan İmamoğlu’nu içinden çıktığı hemşehrilik kültürünü zayıflatacak bir İstanbul üst kimliği yaratmaya ne kadar gönüllü/yeterli olacağı soru işareti. Bir de şöyle bir durum var ki, hemşehrilik Türkiye siyasetinde çok etkili bir siyasi dinamik. CHP’nin yakın geçmişte çıkarabildiği iki İstanbul belediye başkanının Sivaslı ve Trabzonlu olması tesadüf değil. Yani, hemşehrilik mantığının tersine oynayan siyasi, bir yandan kendi ayağına kurşun sıkmak durumunda kalıyor. İstanbul’un 1964’teki son büyük azınlık göçünden beri bir türlü İstanbulluluk üst kimliği yaratamamış olmasında bunun da etkisi var. Bu kimliğin, eğer restore edilebilirse bir gün, tek tipçi milliyetçi-muhafazakarlığın dar ufkuyla icat ettiği ‘gelenekler’e değil, şehrin kadim çok kültürlülüğüne yaslanarak bina edilmesi ise elzem.