HÜRREM SÖNMEZ

Bayram, yılbaşı, doğum günü gibi özel günleri kaç yaşında ve hangi koşullarda olursa olsun çocuksu bir neşeyle karşılayan insanlara daima özenmişimdir. Ben hiçbir zaman öyle biri olamadığım için belki.
Herkesin aynı anda eğlenmesi ve neşelenmesi öngörülen ‘kutlu günler’ eşitsizliklerin de yitirilenlerin bıraktığı boşluğun da en ağır hissedildiği günlerdir aslında.
Hayat zaten adil değildir ama onun da ötesinde bizimki gibi bir memlekette bir yılbaşı hediyesi olarak kısmetinize ne düşeceği belirsizdir; soğuk cezaevi duvarları da olabilir, uzak bir memlekette sevdiklerinizden ayrı olmanın hüznü de.
Örneğin bundan yedi yıl önce ülkenin bir tarafında sokaklar ışıl ışıl yılbaşı coşkusu içindeyken diğer tarafında cenazeler geliyordu katırlarla, yer yarılmadı, hayat olağan seyrinde devam etti, yeni yılın gelişi kutlanabildi. Neyi kaybettiğimizi anlamamız zaman aldı…
Yılın son günleri kazandıklarımızın, kaybettiklerimizin, bir takvim yılını neyle geçirdiğimizin hesabını kitabını yapma günleridir çoğumuz için… Ve gelen yeni yıla dair hayaller kurup -belki de hiç uygulanmayaca- bazı kararlar almak vakti.
Lâkin biz bir vakittir bunlardan epey uzağa düştük galiba çünkü bir yıl sonra bugün hangi koşullarda ve nerede olacağımızı pek kestiremediğimiz, hatta sabah neye uyanacağımızı bilemediğimiz bir ülke artık bizimki. Sıklıkla kurduğumuz tek bir hayali saymazsak, hayal kurmak da epey zorlandığımız bir eyleme dönüştü.
İşte soğuk ve gri bir İstanbul sabahında aklımda bu düşüncelerle yürürken ve bir yıl sonu yazısı nasıl olmalı diye düşünedururken tam karşımda Fındıklı’daki inşaatın cephesinde şu cümle karşıladı beni: “Şehir senin, hayat senin.”
Şehir bir vakittir bizim değil halbuki, bu hayat da bir rivayete göre bizimdi ama biz mi seçmiştik orası şüpheliydi işte. Ömrümün sonuna kadar sevmekten asla vazgeçmeyeceğimi düşündüğüm şehir, çeyrek asırdan uzun bir zaman önce eski Köprüaltı’nda bağıra bağıra “Sen bize layıksın biz de sana İstanbul” diye şarkılar söylediğimiz şehir bu şehir değildi sanki. Haramiler hakkında fikir sahibiydik ama saltanatı görebilmek için biraz zamana ihtiyacımız varmış demek….
Uğruna kimbilir nelerden vazgeçtiğimiz ve nelere katlandığımız, sokaklarında güldüğümüz, ağladığımız, sarhoş olduğumuz, sevdalandığımız, ayrılık acısı çekip kendimizi sokaklarına vurduğumuz, bir sengine değil yekpare Acem mülkünü, bir ömrü fedâ etmekte beis görmediğimiz şehirdi ya burası biz yabancı olmuştuk belki de.
Bu hayatın ve bu şehrin bizim olduğuna dair hatırlatma üstüne, zaman zaman ülkeden gidenlerin yazdıklarını okuduğumda düşündüğüm şey geldi aklıma; gidenlerin gittiği yerde yabancı olması normal ve belki nispeten aşılabilir bir durumken kalanların kendi şehrine yabancılaşmasına bir çare var mıydı acaba? Şair “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” dizesini yazarken bizim bugünlerimizi düşünmüş olamazdı sanırım.
Birkaç gün önce okudum; ülkeden ayrılanların oranı bir önceki yıla göre yüzde 48 artmış 2018’de. İstatistik olarak da çarpıcı elbet ama asıl yanımızdaki yöremizdeki eş dosttan memleketi terk-i diyar eyleyenleri düşündüğümüzde, ete kemiğe büründüğünde, boğazımıza düğümleniyor bu iki haneli sayı.
Türkiye’den gidenlerin hissiyatına dair yazılanlar oluyor arada, ‘geride kalan olmak’ üstüne ise söylenebilecek pek bir şey var mı bilmiyorum. Bildiğim, cesaretle veya erdemle bir ilgisi olmadığı ikisinin de. Üstelik gidenin de kalanın da kırk türküsü varsa kırkı da aynı ağrı üstüneyken. Umutsuzluk aynı umutsuzluk, kasvet aynı kasvet…
Yaşadığımız toprak parçasıyla aramızdaki gönül bağı, üstündeki canlı cansız varlıklarla, mekanlarla, insanlarla, yaşayış biçimimizle teşekkül eder. Hatıralarımıza eşlik etmiş şarkılarla, hafızamıza yerleşmiş tatlar ve kokularla. Bunlar eksildikçe biz de aidiyetimizi sorgulamaya başlarız.
Bir de tanık olduğumuz veya öznesi olduğumuz adaletsizlik var tabii sorgulatan, bazen bildiklerimizi unutturan. Adaletsizliklere baka baka görme ve gördüğümüzü idrak edebilme yetimizi yitirdiğimiz günlerin hiç eksikliğini çekmedik bu yıl da. İnandığı değerleri inkâr edenleri de gördük, inandığını söylediği için mahkeme önlerinde bedel ödettirilenleri de.
Yıl sonları geriye dönüp bakmak için iyi bir zamandır, geçmiş güzel günleri hatırlamanın buruk hazzına karşılık, karanlık günlerin bizi getirdiği hâl üstüne de kafa yormaya vesile olur. İnsan çoğu zaman yaşarken anlamaz zamanın ruhu denen şeyin bazen nelere mal olabileceğini, en ağırı bu olsa gerek.
Yaşlı başlı sanatçıların ömürlerinin son demlerinde sınandıkları hâller buna örnektir sanırım. Yahya Kemal’in şu dizesini ve o dizenin geçtiği şarkıyı hatırlatıyor bazen tüm olan biten , “Bir bitmeyecek şevk verirken beste Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir.”
O tel çoktan koptu ama yeni bir yılı sevdiklerimizle ve iyi dileklerle karşılamanın bir anlamı olabilir, ahenk bozulsa bile ebediyyen kesilmesin, umuda dair birbirimize verdiğimiz bir ses olsun diye.
Bunu iyimserliği elden bırakmamak ile filan açıklamak istemem, nitekim Terry Eagleton ‘İyimser Olmayan Umut’ adlı kitabında “Bir durumun iyiye gideceğine inanmak için birçok makul neden olabilir ama sırf siz iyimsersiniz diye bunun böyle olmasını beklemek bunlardan biri değildir” der. Bir mizaç olarak ‘Hayata hep iyi yanından bak’ düsturundaki gibi bir ‘profesyonel iyimserliği’ de “Çilli veya düztaban olmak ne kadar erdem ise bu da o kadar erdemdir” diye açıklar.
İyimserlik telkin eden öğretilerin kimseye bir faydası yok, hele de ömrümüz iyimser olamayacağımız bir dünya düzenine isabet etmişkken. Ama umudu elzem kılan, kötülüğe ve adaletsizliğe karşı çıkma zaruretimiz olduğunu hatırlatan da yine bu aynı dünya düzenidir…
Bu şehir bizim, bu hayat bizim demekten geri adım atmayacağımız, kötülüğe karşı sözümüzü söylemekten vazgeçmeyeceğimiz daha mutlu bir yıl olsun bu. İster cezaevi duvarları ardında, ister uzak diyarlarda, ister yanıbaşımızda, aynı dünya tasavvuruna inanmış, aynı şeylere öfkelenip kederlenmiş iyilerin ve haklıların kazanacağı bir yıl olsun…