
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
“Herşey çok güzel olacak” mı bilmiyoruz, olur umarız, ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul dergisi çok kötü olmuş. Bu yanlışlıklar, çirkinlikler, biçimsizlikler, saçmalıklar derlemesini gözden geçirelim.
Önce tasarım.
Tasarım o kadar yanlış ve kötü ki onun üstüne güzel bir dergi kurmak zaten imkansız. Tasarımı Bülent Erkmen yapmış, derginin her sayısını da, anladığımız kadarıyla, onun ekibi yapıyor. Renkler ve zevkler tartışılmaz, diyebilirsiniz, ama eğer bir dergi, bir gazete yapıyorsanız bunların hepsi tartışmalı hale gelir. Çünkü, güzellik her zaman aranan bir şey olmakla birlikte, gazete ve dergide işlevsellikle beraber düşünülmelidir mutlaka, işlevselliğe aykırı güzellik yanlıştır. Amaç okuru yormamak, ona yol göstermek, kolay algılamasını sağlamaktır öncelikle. Bu yüzden, “Neden?” sorusuna bir cevabınız olmalıdır.
İki temel sorunu var tasarımın.
1) Bu çizgiler neden var?
Çizginin temel, sarsılmaz, rakip kabul etmez bir işlevi vardır: ayırmak. Çizgiyi bu işlevinden sıyırıp kendinizce bir süs haline getirirseniz işleri karıştırmaktan öteye geçemezsiniz. Bülent Erkmen, her paragrafı üç yanından çizgiyle kuşatarak kutulamış. Bu kadar mantıksız çizginin bir güzelliği yok zaten, yine de güzel bulan çıkar belki, herkes bakıp kendi kararını versin, ama tamamen yanlış. İyi bir metin, paragrafların birbirleriyle bağlandığı, geçişleri akışkan kılan, okuru bir nedensellik bağı içinde yürüten metindir. Ama Erkmen’in çizgileri bunun tam tersini yapıp paragrafları koparıyor, onlara bağımsız varlıklar muamelesi yapıyor. Bu çizgiler durdurucu, akışkanlığa aykırı. O kadar çizgi var ki, o çizgileri öylesine gözümüze sokuyor ki, koca derginin en belirgin görsel unsuru, ne fotoğraflar, ne çizimler, ne şu, ne bu; uzun çizgiler, kısa çizgiler, kesişen çizgiler, kesişmeyen çizgiler, enine çizgiler, boyuna çizgiler…
Mesela şu sayfaya bir göz atalım:
Soldaki sayfanın ilk sütundaki paragraflar çizgilerle kutulanmamış, burada Bülent Erkmen’in başka bir numarası var, paragraf aralarına “zemin”deki fotoğrafın parçalarını soktuğu için sevgili çizgilerinden feragat etmiş. (Bu fotoğraf konusuna birazdan geleceğiz.)
Çizgileri asıl işlevi dışında bol keseden kullanınca ve kimliğini değiştirince, tam da ihtiyaç duyduğunuz, işlevine muhtaç olduğunuz yerde kullanamazsınız. “Çizerlerin İstanbul’u” konusu bunun örneği. Şu sayfayı ele alalım:
Çizgileri olmayacak şekilde kullandığından, burada iki çizeri birbirinden ayırmak için kullanamamış, onun yerine boşlukla ayırma yoluna gitmiş. İki çizeri ayıracak bir çizgi çekseydi daha da saçma bir durum yaratacağını anlamış tasarımcı. Üstelik, bu ayırıcı boşlukların da bir standardı yok, kimi daha dar.
Fakat bu sayfalarda vahim bir hata daha var: Soldan sağa doğru okuyoruz biz, gözümüz buna alışkındır sayfaları izlerken de. Bazı çizerlerin başlıkları sağda, yazıların sonunda yani! Başlık, bir yandan da yazıya nereden başlayacağımızı söyler. Ayrıca, başlığı yerli yerine, başa ve sola koyarsanız iki çizeri çizgiye ve derginin başka yerlerinde rastlanmayan tuhaf boşluklara gerek duymadan ayırmış da olursunuz. Başlıkların böyle ters kullanılması afallatıcı, biz bir küçük afallama geçirdik ilk gördüğümüzde. Okuru bunlarla yormak iyi bir şey değil, bir numara çekmek uğruna.
Kısacası, Bülent Erkmen, neden her paragrafı çizgilerle ayırdığını bize açıklamalı. Tabii, önce kendine açıklamalı. “Canım öyle istedi” bir açıklama değildir. “Bu bana güzel göründü”, neden sorusuna bir cevap değildir. Derginin editörü, kurucusu, kimse artık bu işe bakanlar “Bu çizgiler neden var?” diye niye sormadılar? Sordularsa ne cevap aldılar? Sormadan anlayıp razı oldularsa onlar bize açıklasın. “Koskoca Bülent Erkmen yapmış, bize laf düşmez” tapınması içindelerse daha da kötü, ötesini söylemeyelim…
2) Fotoğraf görüldüğü yerde ezilmelidir!
Bülent Erkmen’in kabul edilemez hatalarından biri, belki en büyüğü, neredeyse bütün fotoğrafları yazıyla ezmesi, fotoğrafa ve fotoğrafçıya saygı göstermemesi. Yazının nasıl bir anlatım değeri, gücü varsa, fotoğrafın da vardır, bazan daha bile güçlüdür yazıdan, bazan fotoğraf belge niteliğindedir – bunun örnekleri dergide var. Şu soruya cevap vermek gerekir: Yazının üstüne fotoğraf basıp yazıyı okunamaz hale getiriyor musunuz, getirmiyorsunuz, peki fotoğrafı okunmaz, görünmez hale niçin getiriyorsunuz üstüne yazı basarak?
Fotoğrafın ‘ölü’, boş alanlarına yazı koyuluyor bazan, ben bunu da doğru ve güzel bulanlardan değilimdir. Fotoğrafın ölü, boş alanı varsa, genellikle diyelim, bir kadraj sorunu var demektir. Her boşluk ölü değildir sonra. Dergideki fotoğraf katliamı örneklerinde – katledilmemiş, ezilmemiş fotoğraf neredeyse hiç yok ya – böyle boş alanlar da yok. Ama Bülent Erkmen ve uygulayıcı ekibi fotoğrafların bazı bölümlerini fuzuli, gözden çıkarılabilir sayıyor olmalı ki, yazılarla tecavüz etmişler. Daha doğrusu şu: Bülent Erkmen fotoğrafa fotoğraf olarak zırnık kadar değer vermiyor, fotoğrafı sadece ‘zemin’ olarak görüyor. Ben fotoğrafçı olsam bu dergiye fotoğraf vermem.
Gelgelelim, kimi yazıların tamamen gereksiz, hatta olmaması gereken bölümleri var, onları atmamışlar, bari üstlerine güzel fotoğraflar bassalardı!
‘İstanbul’un kolera mücadelesi’ konusu (sayfa 22) iyi bir örnek. Gördüğünüz gibi fotoğraf yazıyla doğranmış. Fakat yazının dörtte biri konuyla ilgisiz, veba salgınlarından üstünkörü bahsediyor. Yani bu bölüm atılabilirdi, fotoğraf da kötürüm kalmaktan kurtulurdu böylece. Ama hayır, kurtulamazdı. Bülent Erkmen bu fotoğraf katliamını bir grafik espri, bir buluş, bir buldumcuk sanıyor ve bu sanısını bize de yutturmaya çalışıyor. Derginin editörleri, sahipleri, sorumlularına yutturmuş, onlara afiyet olsun. Biz yutamayacağız.
‘Taksim nasıl merkez oldu?’ konusunda da (sayfa 28) budanmış bir fotoğraf var. Fotoğraf 1940’ların taksim meydanını gösteriyor, dolayısıyla bilgi içeriyor o zamana dair. Yazıyla ezmeseydiniz de daha geniş bir alanı görsek iyi değil miydi, kapattığınız parçadaki bilgileri de görebilseydik?
‘Atatürk’ün müze kenti İstanbul‘ konusundaki (sayfa 40) fotoğrafın yazıyla budanması, kompozisyon bütünlüğünü parçalıyor, fotoğraftaki temel bilgiyi (kayıklarla Atatürk’ü karşılamaya gidenler) örtüyor. Dehşet verici bir hata.
Ama 108. sayfadaki uygulama artık dalga geçme boyutuna tırmanmış. Bu bir fotoğraf sayfası, zaten bölüm başlığı da bunu söylüyor: ‘Kadraj.’ Fotoğrafçı Faik Şenol’un arşivinden her sayı bir fotoğraf yayınlayacaklarmış bu sayfada. İyi de her sayı fotoğrafını koymaya değer bulduğunuz Faik Şenol’un kadrajına niçin tecavüz ediyorsunuz? Becerememiş mi Faik Şenol? Fuzuli mi o yazı bindirdiğiniz bölümler. Düpedüz saygısızlık.
Bütün örnekleri sıralamayacağız, yetti.
Fotoğraf konusunda şunu da söylemeden geçmeyelim: Derginin fotoğraf kullanımları neredeyse tamamen yanlış. Hayko Cepkin’in yazısındaki (sayfa 100) fotoğraf kullanımına bakalım bir örnek olarak.
Hayko Cepkin çocukluğunda Kurtuluş’ta Emek apartmanında oturuyormuş. Peki, apartmanın fotoğrafını görüyor muyuz? Hayır. Sadece kapısını görüyoruz, üzerinde ‘Emek’ yazan. Böylece, dergi bize yalan söylemediğini, gerçekten de ‘Emek’ diye bir apartman olduğunu kanıtlamış oluyor! Madem apartman bugün de ayakta neden şöyle bir boyunu posunu, endamını göremiyoruz, neye benziyormuş bilemiyoruz? Görsek bir imge oluşacak belki zihnimizde. “…nice güzel hatıranın başrolündedir” diyor Hayko Cepkin bu apartman için, ama dergi editörleri bize bu başrol oyuncusunu göstermiyor! Ne iyi ki, Seymen Sokağı tabelasını gösteriyorlar da Emek apartmanının bu sokakta olduğu konusunda herhangi bir kuşkuya düşmemizi önlüyorlar. Güzel bir editörlük hizmeti. Alttaki fotoğraf da Seymen Sokağı olsa gerek, ama tabii sokak tabelası orada görünmediği için kuşkuya düşmemiz gerekir mi?
Feriköy Ermeni İlkokulu’nun da kapısını görmemizi yeterli görmüşler. Sonraki sayfa tam bir bulamaç. İki sayfada iki nal gibi spot. Zaten kısa olan yazıyı bu spotlarda bir daha okutmaya kalkmasalar da fotoğraflarla sayfayı bulamaçtan kurtarsalar rahat bir nefes alacaktık hep beraber. 102. sayfada yazının ezdiği binalar fotoğrafı neyin nesi acaba?
Kullanım kötü olduğu gibi, bir iki idare eder fotoğraf dışında iyi fotoğraf da yok (tarih konularındaki eski fotoğraflar başka). Buna çok iyi bir örnek Haliç tersanesi konusu (60. sayfa). Altı sayfa içinde tersaneyi gösteren doğru dürüst bir fotoğraf yok. Olan da zaten yazının altında kalmış. İşin ibretlik tarafı, tersanenin bağlı olduğu Şehir Hatları’nın genel müdürü, kendisiyle yapılan röportajda şunu diyor: “Mekanlar çok etkileyici.” Ama bu etkileyici mekanları gösteren tek bir fotoğraf yok (Derginin internet versiyonunda mekanın etkileyici olduğunu sezdiren bir fotoğraf gördüm, ama editörler matbu dergiye koymaya değer görmemişler onu). Fakat Genel Müdür’ün gereksiz yere iki fotoğrafı var mı var. Hmm, ama biri kasklı, biri kasksız, demek ikisi de mutlaka kullanılmalı.
Tasarımla ilgili irili ufaklı tutarsızlıklar da var, birkaç örnek görelim:
‘Taksim Meydanı’na hayat öpücüğü’ konusu, kalın italik harflerle başlıyor, sonra ince harflere dönüyor. Neden? İnce harflerle yazılı bölümün, yazının başında söz edilen kişiden başka biriyle yapılmış röportaj olduğu söylenebilir. Olsun. İkisi de yazı işte. İlle de ayırmak istiyorsanız o röportaja bir başlık koyun.
Demin sözünü ettiğim ‘Çizerlerin İstanbul’u’ konusunda bütün yazılar italik. Neden? Röportajlarda sorular italik, tamam, anladık. Ama bunlar röportaj değil, soru değil. Kafanıza nasıl eserse yazı karakteriyle, biçimiyle oynamak kötü.
Bir de resimaltı yazılarının büyük harf olması yanlış. Küçük harflerle yazılmış yazıyı algılamak, anlamak, seçmek daha kolaydır büyük harften. Küçük puntolu büyük harf, hele resimaltı biraz da uzunsa okur için eziyet.
İçeriğe geçmeden kapak fotoğrafıyla ilgili de bir çift laf edelim. İstanbul’la ne alakası var şimdi bu kadının? Kuşkusuz İstanbul’da her tür, her tip insan yaşıyor ama bu kapak fotoğrafı kesinlikle bir köy çağrışımı yapıyor. Korona maskesiyle günü yakalamışlar! Ama koskoca İstanbul’u yine kaçırmışlar. İlk sayının kapağında da sarı yağmurluklu bir kız vardı, ne bileyim, Ardahan dergisinin de kapağı olabilir, Reykjavik dergisinin de. Ayrıca, ilk sayı da çok kötüydü zaten, araya corona krizi girmeseydi bu yazıyı ilk sayı için yazacaktım.
İçerikle ilgili sorunları da asıl olarak iki temel öbekte toplayabiliriz.
1) İstanbulsuz İstanbul dergisi
Yaşayan İstanbul neredeyse hiç yok dergide. Baştaki ‘Şehir Vitrini‘ sayfalarının çoğunun bir İstanbul dergisinde hiç yeri yok: ‘Kültür sanatta yeni normal’, ‘3 boyutlu yazıcılar şimdi her zamankinden daha gözde’, ‘Evde ve çocuklu’, ‘Biraz da hareket’, ‘Bu kitaplar başka’, ‘Podcast’inizi nasıl alırsınız?’, ‘Bu yaz bu albümleri dinleyeceğiz.”
Sonraki ‘Salgın’ sayfalarının da bu dergide yeri yok. Salgınla ilgili bir şey yapılmaz, yapılmamalı demiyoruz tabii. Ama dergide yapılanların yeni, yaratıcı, ilginç hiçbir yanı yok: ‘Yaz rehavetine kapılmayalım’, sağlık çalışanlarıyla ilgili ‘Bizi ayakta tutanlar.’
Dergide 12 tarih, beş müzik, iki komedyen konusu var. Bugünün canlı kanlı İstanbul’u yok. Güncel sayılacak iki konu var: Haliç Tersanesi ve Taksim Meydanı’na yeni proje meselesi, yani doğrudan belediyenin işleri, o kadar. Derginin İstanbul’la asıl ilgisi, tarih. Kentin bugününe dair bir iki güdük konu var, o kadar. Müzik ve komedyen konularının İstanbul’la hiç mi hiç alakası yok. İstanbul gibi bir şehirden canlı, heyecanlı hiçbir konu çıkaramamak, böyle yoksul, kakavan bir dergi çıkarmak için çaba sarf etmek gerekir. Çaba bunun için sarf edilmiş.
2) Editoryal hatalar
Derginin yazarlarından Mehmet Yüce’nin bir kitabı çıkmış: Esir Şehirde Spor. ‘İşgal dönemi İstanbul’una spor üzerinden bakan‘ bir kitapmış, hem zaten derginin ilk sayısında ‘Kitabın özeti niteliğinde bir yazı da kaleme almış’ Mehmet Yüce. Şimdi bu sayıda Yüce’yle röportaj yapmışlar, sordukları üç sorunun ilk ikisini verelim:
“Esir Şehirde Spor’da okuyucuyu nasıl bir içerik bekliyor?
“İstanbul’un spor tarihine dair neler bulacaklar?”
Pes! İnsan kitaba bir gözatar en azından da içinde ne var, diye sormaz. Böyle röportaj da olmaz, böyle editörlük de.
Haliç tersanesiyle ilgili bir yazı var dergide, sonra da Şehir Hatları Genel Müdürü’yle röportaj. Sorulardan biri şu: “Tüm bu saydığınız endüstri mirasını kullanmayı bilen ustalar hala çalışıyor mu burada?”
İyi de bu röportajdan önceki yazıda anlattınız bunları, o ustalardan cümleler bile okuduk. Siz bu röportajı yazıyı yazmadan yaptınız tabii, ama sunarken buna sadık kalmanız gerekmez, her sorduğunuz soruyu bize aktarmak zorunda değilsiniz, hele cevabını zaten yazmış olduklarınızı. Hadi muhabir, yazar yazdı, editörler ne güne duruyor?
Dergideki spotların çoğu gereksiz uzunlukta, ama 38. sayfadaki gibi şöyle bir sorun da var bazılarında: Spotta yazılanları biz önceki sayfalarda okuduk. Sayfalar spotlarına sahip çıksa iyi olmaz mı?
Yukarıda fotoğraflara edilen işkenceden bahsederken, yazıların gereksiz bölümleri olduğunu söylemiştik, işte ona çok iyi bir örnek, dostumuz Zafer Arapkirli’nin (derginin yazarları, editörleri arasında başka dostlarımız, arkadaşlarımız da var) ‘Burhan Pazarlama’yla ilgili anı-yazısı. Güzel bir anı, ama yazının ilk sütununun, yani dörtte birinin atılması gerekirdi, çünkü konumuzla ilgisi yok, Zafer kendinden bahsediyor, bu yazı için bizi hiç ilgilendirmiyor. Olsa olsa bir cümlelik bir giriş haline getirilmesi gereken bir bölüm. O gereksiz bölüm yerine, yazar yazmamış olsa bile bir küçük bilgi kutusu yapılabilirdi Burhan Demircan’la ilgili. Bu arada, fotoğraflar da, kullanım şekilleri de bizim gözümüze çok kötü göründü.
‘Şehrimiz zengin bitki örtüsünü kaybediyor’ yazısının içinde şöyle bir kutu var: “Mutlak zorunluluk yoksa ağaç budanmaz.” Konuyla hiç ilgisi yok. Başlıbaşına bir yazı konusu olabilir zaten bu. Yeter artık, daha fazla ayrıntıya girmeyeyim editoryal hatalar, konuların ele alınışı, yazıların niteliği konularında.
Sonuç olarak karşımızda ne iyi, ne de güzel bir dergi var. Peki, her şeyi güzel yapma iddiasıyla işbaşına gelmiş, seçim kazanmış bir belediye böyle kötü bir iş nasıl çıkarabildi? Dergi, İstanbul Belediyesi’ne ait Kültür AŞ tarafından çıkarılmıyor. İBB genel sekreter yardımcısı imtiyaz sahibi görünüyor, ama dergi, anladığımız kadarıyla, taşerona verilmiş: D Sinema Destek Sistemleri Ltd. Şti. Şimdi burada hangi ilişkilerle bu şirkete verildiği vs ilgilendirmiyor bizi, ürünü ele almaktı amacımız. Dergi on binlerce basılıyor, İstanbullulara bedava dağıtılıyor. Maliyetli bir dergi bu. E, şirket hayır işi olarak yapmıyordur bu dergiyi, dolayısıyla parasını İBB veriyor, yani bizden çıkıyor parası. Bizden çıkan bu paranın böyle berbat bir işe harcanmasına itirazımız var.
Türkiye’nin en önemli, büyük sorunlarından biri kalitesizliktir. AKP bu sorunu ayyuka çıkardı, paçozluğu baştacı etti. Ona karşı bayrak açıp kaliteyi yükseltememek kabul edilemez. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu liyakat deyip durdu. Şu önümüzdeki dergi İstanbul’a layık mı peki?